17 Aralık, bir darbenin provası

Abone Ol

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın geçen gün Yalova’daki konuşmasında bir ayrıtının pek öne çıktığını görmedim. Ancak, o ayrıntı, 17 Aralık operasyonunun “asıl niyetini” ortaya koyması açısından dikkat çekici ve çok somut bir örnekti.

Başbakan Erdoğan, polisin 17 Aralık için hazırladığı fezlekeye ulaştığını belirtiyordu.
Bu aslında doğaldı…
Polis, bir operasyon yapıyorsa, savcılığa sunulmak üzere de gerekli belgeleri hazırlardı.
Ama oradaki bir ifade, operasyonun sonucuna gidildiğini, suçlamaların kesinleştiğini ve şüphelilerin sanık konumuna geçirilerek, adeta cezasının bile verildiğini gösteriyordu.
Hatta daha dikkat çekeni, operasyonda başbakan olmamasına rağmen, “Dönemin Başbakanı” diye yargılamayı bile hazırladıklarını gösteriyordu.
Dönemin Başbakanı” ifadesi, hükümet düştükten, başbakanlık görevi alındıktan sonra söylenebilecek bir ifadeydi.
Yani, bir dönemi anlatırken, Süleyman Demirel veya merhum Bülent Ecevit için “dönemin başbakanı” ifadesi kullanılabilirdi, çünkü eski başbakanlardı.
Ancak, görevde olan bir başbakanın yargılanması gerçekleşse dahi, “Başbakan” diye fezleke hazırlanır.
***
Darbe bir paranoya değildir
Gezi olaylarından bu yana AK Parti ve AK Partiye oy verenlerin bir darbe paranoyası yaşadığı farklı kesimlerce ama illa da “Tayyip düşmanlığı” kronik hale gelen kesimlerce ifade edilir.
Her eylemin, bir darbe kalkışması olamayacağını, bir hak talebi veya özgürlük talebi olabileceğine dikkat çekerek, haksız yere darbe paranoyası yaşandığını ve bunun da özgürlükleri kısıtlayacak adımları beraberinde getirdiğini/getireceğini söylerler.
Kısmen haklı olsa da, yaşanan süreçleri iyi değerlendirdiğinizde, sıcağı sıcağına “Bu bir darbe kalkışmasıdır” diye yapılan tespitlerimizin, daha sonra ortaya çıkanlarla örtüştüğünü gösteriyor.
Gezi olaylarında “48 saat daha direnirseniz” diye verilen öğütlerin sonunda AYM’nin hükümeti düşüreceği tweetleri, belki bir temenniden ibaretti ama “ele geçirilmeye çalışılan” yerler, bunun hiç de böyle olmadığını, temenniden öte, planlı bir kalkışmanın yapıldığını gösteriyordu.
Gezi Parkındaki ağaçların sökülmesini protesto edenlerin, çok başka taleplerinin ve çok başka çirkinliklerinin “yeşil sevdası” dışından bir sevdaya tutulduklarını gösteriyordu.
Bu arada olan, gerçekten parkı olduğu gibi muhafaza etmek isteyen duyarlı insanlarımıza oluyordu ki, onlar da “terör örgütleriyle” aynı kategorideymiş gibi algılanıyordu.
***
17 Aralık bir darbe girişimidir
Gezi’de bütün sponsorları ve dış desteklere rağmen başarıya ulaşmamış bir darbe kalkışması, 17 Aralık’ta çok daha planlı, çok daha organizeli ve çok daha can alıcı noktadan başlıyordu.
Hem emniyet içinde, hem yargı boyutunda “bizden olanlar” diye belli bir kesimin organize ettiği ekip, hukuku zorlayarak ve hukuku çiğneyerek bir operasyon başlatıyordu. Sadece o operasyon değil, 25 Aralık’ta yapacakları ikinci operasyon ise dönüm noktası olarak planlıyor ve “hükümet düşmüş” şekilde işlemlere başlanıyordu.
İşte “Dönemin Başbakanı” ifadesi de bu öngörüyle hazırlanmıştı.
Hükümetin operasyona, operasyonla karşılık vermesi, planları altüst etti.
Uzun bir uğraşın sonunda basılan düğme, faaliyeti başlatmayınca gerilen sinirler, Adliye önünde bildiri dağıtan savcıya, MİT tırını durdurmaya kadar üst üste birçok yanlış yapmaya başladılar.
Ortaya çıkan ses kayıtları, kirli ilişkilerin ekonomik boyutlarını da ortaya koyması açısından dikkat çekiciydi.
Dönemin Başbakanı” diye fezlekesi hazır olsa bile sponsorları ve dış bağlantılarına rağmen, 17 Aralık darbe girişimi de başarısızlıkla sonuçlanmıştı.
Ancak bu bir alışkanlık haline geldi.
Soma faciası sonrası özellikle Okmeydanı başta olmak üzere yaşananlar, ihaleyi verenlerin kararlılığını gösteriyordu. Hatta daha da ileriye giderek Alevi ve Sünnileri çarpıştıracak bir kargaşayı bile göze almış olmalarıydı.
Çünkü, Soma’da hepimizi derinden üzen ve adeta onlarla birlikte öldüğümüz bir maden faciası yaşanmıştı.
Bir doğal veya doğal olmayan afette devlet, üstüne düşeni çok süratli bir şekilde yapmış, sonrası için de “yara sarma” ve “yanında olma” üzerine adımlar atmıştı.
Elbette ihmali olanlar vardı ve onlarla ilgili de idari yönden soruşturmalar yapıldığı gibi, yargı da kendi işini yapıyordu.
Burada devletin ve hükümetin de kabahati vardı.
1941 yılından bu yana sürekli yaşanan facialara rağmen, madenlere ruhsat vermede, denetlemede ve işçilerin sosyal hakları ve güvenlikleriyle ilgili yaptırımlarında eksik kalınmıştı.
Bu konuda mutlaka “neye mal olursa olsun” neticelendirilmeliydi.
Elbette insanlar bu ölümleri protesto ederdi, devleti duyarlılığa çağırır, hatta bütün siyasileri eleştirirdi.
Ama Okmeydanı başta olmak üzere yapılan eylemlerde “ölüme üzülen” bir görüntü yoktu.
Bütün eylemlerde ve eleştirilerde “işletme” korunmaya çalışılarak yapılıyordu. Oysa hükümet suçlu olsa bile “ilk suçlu” işletmeydi.
Patronu korumaya, hükümeti suçlamaya ve hatta “daha istifa etmedi mi?” türü yaklaşıma dönen eylemler, asıl niyeti ortaya koyması açısından dikkat çekiciydi. Adeta “şimdi nerde kalmıştık” diyorlardı. Çünkü her üç olayda da “gösterileri” organize eden veya daha açık anlatımla ihale edenler, aynı kesimlerdi…
Bu yaklaşımla biz işletmelerdeki güvenlik zafiyetini önleyemeyiz, ancak “körü körüne” savunma veya karşı çıkmaya geçeriz.
Bu olayda da ne yazık ki böyle oldu.
Oysa ülkemizde işçilerin “önemsenmeme” gibi bir sorunu ve “modern kölelik” gibi bir taşeron yapılanması var.
Kimsenin borusunu öttürmeden sorunlar ortaya koyulabilse ve çözüm istense, inanın birçok sorunumuz şimdiye kalmazdı.
 
Tweetimden seçmeler
Neci olursa olsun, kim olursa olsun, nasıl bir talep olursa olsun, herkesin hakkını savunurum ama terörü ve terör eylemini asla savunmam.