CHP Tunceli Milletvekili 10 Kasım 2011 tarihli bir gazeteye verdiği röportajda özetle:

“1937-1938 de jenoside yani soykırıma varan bir operasyonla Dersim meselesi tarihe havale edilmiştir. Dersim katliamının sorumlusu önce Türkiye Cumhuriyeti Devleti, ardından da CHP’dir. Ancak CHP bu konuda kendi tarihiyle yüzleşme ve uygulanan politikaların tarihin önünde saydam bir şekilde tartışılması yönünde bir tavır alındığını Kemal Kılçdaroğlu döneminde görüyoruz. Dersim olayı en geç 1925 te başlamıştır.1938 de nihayete ulaşmıştır. Bu dönem boyunca izlenen bütün politikalarda Atatürk devletin başındadır.fakat aleviler bütün bu dönemi Mustafa Kemal’den ayırmak için onun büyük lider kimliğine de gölge düşmemesi için fotoğrafını alıp Hazreti Ali ile yan yana asmışlardır. Kendilerini öyle inandırmışlardır.” Şeklinde bir değerlendirmede bulunmaktadır.

Bu değerlendirme daha önce de CHP eski genel başkan yardımcısı Onur Öymen’nin şu sözlerini hatırlatmıştır:

“Atatürk dersim isyanını çıkaranlarla müzakere mi etti? Bir kişi çıkıp da analar ağlamasın, biz bu savaştan vazgeçelim, demedi.” İfadeleriyle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki PKK olayları ile benzetme yapmış ve adeta Dersim katliamını haklı gösterecek bir ifade kullanmıştı.

Dersim ayaklanmasının bastırılması sırasında on beş bin Dersimli katledilmiştir. [1] Laç Vadisi ve Kutu Deresi bölgesinde binlerce kadın ve çocuk öldürülmüştür. Dereler alenen kan akmıştır!

Mağaralara sığınan kadın ve çocuklar, “teslim alma” ihtiyacı duyulmaksızın, mağaranın içinde bombalarla katledilmiştir. Sağ kalanlar da sürgüne gönderilmiş, yetim çocuklar evlatlık veya hizmetçi olarak verilmiştir. [2]

Yönetim bütün güçlerini Dersim'i imha etmeye seferber etti. 1936'da M. Kemal meclisin açılış konuşmasında: "Dâhili işlerimizden en mühim bir safha varsa o da Dersim meselesidir; ezilmesi için ne gerekiyorsa yapılmalıdır.” diyordu.

2 Ocak 1936'da yürürlüğe giren Tunceli Kanunu’yla Dersim'in adı Tunceli olarak değiştirildi.

General Abdullah Alpdoğan Dersim'e vali, kumandan ve 3. Ordu Umum Müfettişi olarak atandı. Alpdoğan'in Dersim üzerinde her türlü tasarrufa yetkisi vardı. Alpdoğan, sıkıyönetim ilan etti. Terör estirmeye ve idamlara başlayarak Dersim'e asker yığdı.

Dersimliler Seyit Rıza önderliğinde 1937 yılı başında M. Kemal'e bir uyarı bildirisi sunarak "Bütün jandarma ve ordu mensuplarının bölgeden çekilmesi ve vergilerin hafifletilmesi" taleplerinde bulundular.

Askeri birlikler 1937 İlkbaharında tanklarla, toplarla, uçaklarla saldırıya geçtiler. Ordu birlikleri, insanlık tarihinin en büyük katliamlarından birini gerçekleştirmeyi başardı(!). Kendi saflarında yer alıp, Seyit Rıza güçlerine karşı çarpışan aşiretleri bile katliama uğratmaları, yapılan soykırımın düzeyinin ifadesidir.

Görüşmek için Erzincan'a çağırdıkları Seyit Rıza 15 Eylül 1937'de tutuklanır ve Elazığ’a getirilerek yargılanır. Yargılama ve idamlarla ilgili bilgilerin detayını Seyit Rıza’nın idamı için Ankara’dan görevlendirilen İhsan Sabri Çağlayangil’in anılarından öğreniyoruz.

Seyit Rıza 1937’de idam edildiğinde, yaşı 80’in üzerindedir. İlerlemiş yaşı, yasalara göre idamına engeldir. Yaşı küçültülür ve öyle idam edilir. Dava yargıcı, yaşı küçültülen Seyit Rıza’ya, tanık beyanına bir itirazının olup olmadığını sorunca, S. Rıza, işlemin bir formalite olduğunu anlar, yargıca şu düşündürücü yanıtı verir:

"Tanık, benim büyük oğlumdan iki yaş küçüktür. Oğlumdan küçük biri yaşımı belirler ve yasa da bunu kabul ediyorsa, benim itirazım olmaz."

Seyit Rıza ve 71 kişi Elazığ'da yargılandı. Mahkeme heyeti on bir kişi hakkında idam kararı verdi; ama çok yaşlı oldukları gerekçesiyle dördünün cezası otuz yıla indirildi.
Seyit Rıza, Seyit Rıza'nın oğlu Resik Hüseyin, Şeyhan aşireti reisi Seyit Hüsen, Yusufan aşireti reisi Kamer'in oğlu Fındık, Demenan aşireti reisi Cebrail'in oğlu Hasan, Kureyşan aşiretinden Ulkiye oğlu Hasan, Mirza Ali'nin oğlu Ali hakkında verilen idam kararları 15 Kasım'da apar topar infaz edildi.

Seyit Rıza ile isyanın önderi konumundaki 11 kişi 18 Kasım 1937’de Elazığ’ın Buğday Meydanı’nda asıldılar.

Seyid Rıza’nın cesedi sonradan bir ziyaret yeri olmasını önlemek için yakılarak, külleri de bilinmeyen bir yere gömüldü.

İhsan Sabri Çağlayangil’in Anılarında Dersim İdamları

Dönemin Emniyet Müdürü olan daha sonra da Adalet Partisi Dışişleri Bakanlığı yapan İhsan Sabri Çağlayangil, anılarında Seyit Rıza ile arkadaşlarının ve 16 yaşındaki oğlunun 15 Kasım 1937’de idam edildikleri geceyi şöyle anlatmaktadır:

“(Ö) Aradan aylar geçti, Seyit Rıza ve çevresi yakalandı. Mahkemeleri sürüyor. İşte bu sırada Atatürk Diyarbakır’daki yeni yapılan Singeç (aslı Soyungeç Z. L.) Köprüsü’nü açmaya gidecek. Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer Bey bana diyor ki;

‘Atatürk, Singeç Köprüsü’nü açmaya gidecek. Dersim hareketi bitti. Beyaz donlu (giysili) altı bin doğulu Elazığ’a dolmuş, Atatürk’ten Seyit Rıza’nın hayatını bağışlamasını isteyecekler. Beyaz donluların Atatürk’ün karşısına çıkmasına meydan vermeyelim.’

1937 yılında resmi tatil günü cumartesi öğleden sonra. Atatürk pazartesi günü Elazığ’a gelecek. Bizden istenenler ‘asılacak asılsın’ ve Atatürk’ün karşısına Beyaz Donlular çıktığı zaman iş işten geçmiş olsun. O dönemde Elazığ Valisi Şükrü Bey, Savcı Hatemi Senihi Bey, Emniyet Müdürü Sezerli İbrahim Bey ve savcı yardımcısı arkadaşımdı.

Şükrü Sökmensüer, ‘Sivillerden, Emniyet Genel Müdürlüğünün siyasi şubesinden istediklerini al. Atatürk’ün istasyondan halkevine kadar korunması da size ait’ dedi. Başta Macar Mustafa olmak üzere altı kişi alıp yola çıktım. Trenle Elazığ’a vardım. Emniyet Müdürü İbrahim Bey’e gittim. Savcı için, ‘Kural dışı bir şey yapmaz, mümkün değil’ dedi.

Savcıya gittim. Durumu kendisine anlattım. Bu konuda Adalet Bakanlığından da bir şifre aldığını ama mahkemelerin cumartesi tatil olduğunu, tatilde ise sonuç almanın mümkün olmadığını bana bildirdi. Ve ekledi:

‘Ben de mahkemeleri etkileyemem.’

Oysa biz mahkemenin kararını Atatürk gelmeden evvel vermesini ve geldiğinde Seyit Rıza meselesinin kapanmış olmasını istiyorduk. Ben bunu halletmek için Hükümet tarafından buraya gönderilmiştim.

Savcı yardımcısı hukuktan sınıf arkadaşım. Bana, ‘Sen valiye söyle bu savcı rapor alsın gitsin, ben senin istediğini yaparım’ dedi. Biz mahkemenin tatil günü işlemesini ve alınacak sonucun infazını istiyorduk. Savcı, rapor aldı. Arkadaşım vekil olarak savcının yerine geçti. Mahkeme hakimini evinde buldum. Gittiğimde mahkemenin aldığı kararı yazdırıyordu. Hakimle konuştuk. Kendisi kararı daktiloya çektirmekle meşguldü. Devir, CHP devri. Herkes çekiniyor.

Hakim bana, ‘Cumartesi mahkeme toplanmaz, ancak pazartesi günü mahkemeyi toplar, kararı veririz. Salı günü de idam hükümlerini yerine getiririz’ dedi.

O zamanlar dördüncü bölgede temyiz hakkı yok.

Abdullah Paşa, sıkıyönetim kumandanı olarak kararı tasdik edecek. O da, ‘yukarıdaki karar tasdik olunur’ demiş, basmış boş kâğıda imzasını. Yukarıya ‘Abdullah Paşa’nın idamı’ diye yazsanız kendisi asılacak. Hakime dedik ki:

‘Bu dediğiniz gün Atatürk geliyor. Maksat hasıl olmuyor ki.’

Hakim, ‘başkaca bir şey yapılamaz’ diyerek kestirdi attı. Ben de kendilerine sordum:

‘Sizin saat 17.00’den sonra davaya devam ettiğiniz olmuyor mu?’

‘Ooo, çok oluyor. Gün oluyor, dokuzlara onlara kadar çalışıyoruz,’ cevabını verdi.

“Eee, sondan beş saat ihlal ediyorsunuz da baştan beş saat ihlal etseniz, olmuyor mu? Yani pazar akşamı sahurdan sonra mahkemeyi açarız. Pazartesi günü 24.00’ten başlıyor, dedim.

Hakim: Elektrikler kesiliyor, dedi.

Ona da çare bulduk: Otomobil farları ile hapishaneyi aydınlatırız. Halkevi’ne lüksler koyarız.

Hakim bu defa; samiin (hazır bulunanlar, şahitler) yok, dedi. Ona da çare bulduk. Samiin de getiririz. Kaç kişi asılacak? Onu karardan önce söyleyemem, dedi.

Ama ekledi: Savcı 27 kişinin idamını istedi. Biz ona göre mi hazırlığımızı yapalım? Bilemem, dedi.

Beni Asmaya Mı Geldin?

Ceza İnfaz Kanunu her asılanın ayrı bir yerde asılmasını, asılanların birbirini görmemesini emrediyordu. Bu şartı da yerine getirmeye çalıştık. Her meydana dört sehpa kurduk. Vali bir de çingene cellat buldu.

Gece 12.00’de hapishaneye gittik. Farlarla çevreyi aydınlattık. Mahkemenin 72 sanığı var. Sanıkları aldık. Mahkemeye götürdük. Çingene de geldi. Adam başına on lira istedi. ‘Peki’ dedik.

Sanıklar Türkçe bilmiyor. Mahkeme kararı açıklandı. Yedi kişi ölüm cezasına çarptırılmış, sanıklardan bazıları beraat etmiş, bazıları da çeşitli hapis cezaları almıştı. Kararlar okununca hâkim ilamda idam lafını kullanmadığı ve ölüm cezasına çarptırılmaktan bahsettiği için verilen hükmü iyi anlamadılar. “İdam Tünne”[3] diye bir vaveyla koptu.

Biz Seyit Rıza’yı aldık. Otomobilde benimle polis Müdürü İbrahim’in arasına oturdu. Jeep jandarma karakolunun yanındaki meydanda durdu. Seyit Rıza, sehpaları görünce durumu anladı:

-Asacaksınız, dedi ve bana döndü:

-Sen Ankara’dan beni asmak için mi geldin?

Bakıştık. İlk kez idam edilecek bir insanla yüz yüze geliyorum. Bana güldü. Savcı namaz kılıp kılmayacağını sordu. İstemedi.

Son sözünü sorduk.

-Kırk liram ve saatim var. Oğluma verirsiniz, dedi.

Bu sırada Fındık Hafız asılıyordu. Asarken iki kez ip koptu. Ben Fındık Hafız asılırken, Seyit rıza görmesin diye pencerenin önünde durdum. Fındık Hafız’ın idamı bitti. Seyit Rıza’yı meydana çıkardık. Hava soğuktu ve etrafta kimseler yoktu. Ama Seyit Rıza, meydan insan doluymuş gibi sesizliğe ve boşluğa hitap etti:

-Evladı Kerbelayıh. Bi hatayıh. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir, dedi.

Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap rap yürüdü. Çingeneyi itti. İpi boynuna geçirdi. Sandalyeye ayağı ile tekme vurdu, infazını gerçekleştirdi…

İhtiyarın bu cesaretini takdir etmekten kendimi alamadım. Asabım çok bozuldu. Emniyet Müdürüne;

-Ben üşüdüm, otele gidiyorum, dedim. [4]

Bazı kaynaklarda Seyit Rıza’nın oğlunun da yaşı küçük olduğundan idam edilebilmesi için mahkemece yaşı büyütülmüştür. Seyit Rıza oğlundan önce kendisinin asılmasını istese de bu isteği kabul edilmez. Önce gözlerinin önünde oğlu Reşik Hüseyin idam edilir. Sonra da kendisi…

 

[1] Bazı iddialara göre öldürülenlerin sayısı 90 bin kişi ise de bu rakamın abartılı olduğu kanaatindeyim.

[2] İsyan sırasında 9 adet savaş uçağı kullanıldı. Köyleri bombalayan, sivil katliamlar gerçekleştiren uçakları kullananlardan biri de Türkiye'nin ilk kadın pilotu Sabiha Gökçen'di.

[3] “İdam Tünne” (Kürtçe) İdam yok.

[4] İhsan Sabri Çağlayangil, Anılarım, Syf.51-52