Armudun sapı üzümün çöpü derken, akşam akşam hüzün geldi çat kapı yerleşti yüreğime. Hem de tüm ağırlığınca. Ne yaparsın? Sağlık olsun!
Geldi geçiştirdik. Yattık, uyuduk, kalktık. Fakat bu sefer de baktım ki tam geçmemiş.” Her akşam bunu yaşıyorsun kızım, bu da geçer. “ demekle gönül avunmamış. Öyleyse iş kaleme düştü deyip başladım yazmaya.
Gerçekten ben her akşam hüzünlenirim. Yalnız olsam, olmasam; sağlığım yerinde olsa, olmasa;dışarıda olsam, olmasam…diye uzar bu liste.Her koşulda hüzün saatini bilir; mekan, koşul dinlemez gelir çöreklenir yüreğime. Fakat nedendir bilinmez ağırlığınca boşluk yaratır içimde. İşte o an, o boşluğu ben; sigara, alkol, yemek, içmek, arkadaş, kitap ne olursa olsun, hiçbir şeyle dolduramam. Hepsini ( bazıları yalnızca bugün hayatımdan çıkmış olsa da) dibine kadar kullanırım, sonra da oturur ağlarım.
Zaman geçtikçe baktım ki; o tık tıkıştır doldurduğum şeyleri yazdıkça içim boşalıyor, ferahlıyor. Haz veriyor. Boşluk hissiyle boğulmak ve sadece boşluk yaratmak( alan açmak) arasındaki farkı hissettim. Hoşuma gitti.
Bu yazı sizin hoşunuza gitti mi, bilemem. Belki de başlığa bakıp Türk Sanat Müziği ile ilgili beklentiye girdiniz. Biraz ters köşe oldu. Yaşamı da ilginç kılan bu değil mi? Bilinmezlik, merak dürtümü uyandırmıştır hep. Özellikle de kendimle ilgili araştırmalarda.
Örneğin; çok küçük yaşlarda babamı memnun etmek için Türk Sanat Müziği parçalarını ezberledim ve okudum. Sonra çeşitli korolarda bu müzikle haşır neşir oldum, emek verdim.Derken birdenbire elimi ayağımı çektim. Bugün ancak sözsüz müzikleri dinliyorum. Çünkü, onların içini ben istediğim gibi dolduruyorum.
Darısı hüzünlü akşamların başına. Geçmişe ve okura haksızlık etmemek adına da bir alıntıyla sonlandıralım yazımızı.
“Hayat, hep bir nihavent kadın sesi kıvraklığında olsaydı keşke. Ama şimdi içinde geçmeyen sıkıntısıyla bir hüzzam şarkı gibi gelip, sarıp sarmalamıştı kendisini akşamın karanlığında.”