Dram, komedi, romantik türü; 2003 ABD- İngiltere yapımı bir filmin adı “AŞK HER YERDE” zevkle izlediğim ve benim aşka olan inancımı besleyen bir filmdir. Benim aşka olan inacımı bir de rahmetli anneanneciğim beslemiştir her zaman. İçinden geçtiğimiz “Yaşlılar Haftası “ vesilesiyle bir kez daha onu rahmetle anıyorum.
Geçen gün, gazetelerden biri;”Alzheimer Derneği, 18-24 Mart tarihlerinde kutlanan “Yaşlılar Haftası “nda toplumda unutkanlıkla özdeşleşmiş Alzhemier hastalığına dikkat çekmek amacıyla özel bir etkinlik gerçekleştirdi.”diye bir haber geçmiş, dikkatimi celp etti. Ünlü isimlerin bir araya gelerek”Bir gün Alzhemier olursam…”temasıyla yazdıkları mektuplarını, düzenlenen bir basın toplantısında kamuoyu ile paylaştığına da değiniyor.
Yine, rahmetli anneanneciğim düştü aklıma. O da, 80’inden sonra yakalanmıştı bu meret hastalığa. Meret diyorum; çünkü tanı konuluncaya kadar çok acı çekti yavrum. Aslında ben, o dönem yoğun iş tempomdan dolayı pek olaylara hakim değildim. Sadece, annemden bölük pörçük duyduğum şeyler bile yetti, onun çektiği acıları anlamama.
Rahmetli anneannem, Yunanistan’da büyük bir sülalenin tek ve kıymetli bir kızıymış. Rahmetli dedem için istetildiğinde daha 16’sındaymış.Evlenmişler. Evlendikten sonra başlayan ve ta ki benim evlilik yaşlarıma kadar geçen sürede, onun ağzından hep şu duyulmuştur:”Yediğim soğan olsun, sardığım civan olsun!”Gerçekten rahmetli dedem de çok yakışıklı, deyim yerindeyse “kapı gibi adamdı”, ha!
Lafı uzatmayayım, anneannem henüz hastalığının tanısı konulmadan önce, kendinden genç bir beye platonik âşık olmuş. O dönem, evinde yalnız yaşıyordu. Daha sonra kızlarından biri yanına taşındı, birlikte oturmaya başladılar. Hastalık gittikçe ilerlemeye başladı. Sesler, kokular, bir sürü saplantılar beraberinde geldi. Ona bakan ya da yakın çevresinde olanlar –her Alzhemier hastasında yaşanılabilirliğini sonradan öğrendiğim-çoğu şeyi utanç yaptılar. Utanç yaşadıkça, baskı yaptılar; baskı yaptıkça suçluluk duydular ya da başkaları tarafından yargılandılar. Derken, iyi bir doktorun elinde, ilaçlarla ahir ömrünü tamamladı. Öldüğünü duyduğum akşam, yakınındaydım; ama gitmedim. Oturdum, ona bir veda mektubu yazdım. Sonra da yırtıp attım.
Anneannem, benim için; “AŞK”ın olmazsa olmazı “CESARET ”in simgesi. Onu çok seviyorum ve çok özlüyorum. O, benim çocukluk yıllarımda, her türlü haşarılığıma rağmen, başımı okşayan; kaşıntılarım tuttuğun da( çok sık isilik olurdum nedense) tuzlu sularla sırtımı ovalayan; biriktirdiğim onca nadide çocukluk anılarımın “Esas Kızı” idi. Şecereniz; dokuz çocuk ile başlayıp damatlar, gelinler, torunlar, torun eşleri ve çocukları; göçmen olmanın getirdiği “köprü işi” akraba ilişkileriyle örülüyse sıkışıp kalırsınız kendi içinizde. Fakat anneannem için bu geçerli değildi. Ben, ilk “el vermek” deyimini ondan duydum, sözlük anlamıyla olmasa da. Benim küçüğüm erkek kardeşimin ellerinde hep siğiller çıkardı çocukken. Anneannem, o siğilleri okurdu hep; elma ve gül dikeni kullanarak. Uyguladığı ritüelleri “el verdim” dedi anneme verdi, annem de bana. Bu “el verme ”işi siğil konusunda tutar mı tutmaz mı, bilemiyorum? Bildiğim bir şey var: Ben o ellere kurban olayım. O tombik tombik eller benim sırtımı çok sıvazladı. Nur içinde yatsın.
Belki de bugünün anısına onu biraz allayıp pullamak istedim, ihtiyacı olmasa da. O yüzden, mitolojik bir Tanrıça adı buldum ona: “BONA DEA”(doğurganlık, iyileştirme, bekâret ve kadınların koruyucu tanrıçası.)Tanrı seni yumuşacık avuçlarında korusun anneanneciğim!