Birkaç saatlik yolculuktan sonra Hollanda’nın başşehri Amsterdam’a ulaştık. Bu şehir hakkındaki izlenimlerimi paylaşmadan önce bir konuda sizleri bilgilendirmek istiyorum. Bizim Hollanda dediğimiz bu ülkenin adı aslında Nederland. Holland ülkedeki bir bölgenin adı. Aynen bizdeki Marmara Bölgesi, Ege bölgesi gibi. Peki biz bu ülkeye neden Hollanda demişiz bunun sorumlusu Napolyon Bonaparte imiş. Napolyon orduları ile bu ülkeyi işgal ettiği zaman belki bulunduğu bölge nedeniyle, ülkenin adını Hollanda diye telaffuz etmiş. Bizim dilimize de bu adla yerleşmiş ve böyle kalmış. Bu konu ile ilgili bir araştırma yapmadım. Gezi rehberimizin söylediklerinin yalancısıyım.
Özgürlükler şehri diye adlandırılan bu şehre ulaştıktan sonra otobüsle kısa bir panoramik şehir turu yaptık. Bu esnada şehri bir ağ gibi kaplayan pek çok kanalın üstündeki küçük köprülerin üzerinden geçtik. Köprülerin bazılarının korkuluklarının kenarlarından sarkan küçük saksıların içinde yer alan pembe ve sıklamen rengi çiçekler hoş bir görüntü oluşturuyordu.
Sokakların darlığı ve yaya trafiğinin yoğunluğu şehre boğucu bir hava veriyordu. Dünyanın en güzel şehri diye lanse edilen Amsterdam’ın bende bıraktığı ilk izlenim aşırı kalabalık sıradan bir şehir yolunda oldu. Otobüsümüzün park etmesinden sonra küçük bir meydandan geçerek kısa bir yürüyüşün ardından ülkenin en ünlü mücevher firmasını ziyaret ettik. Dışarıdan sıradan üç katlı taş bir bina gibi görünen yapının içine olağanüstü güvenlik önlemleri altında onar kişilik gruplar halinde alındık. Önce müze gibi düzenlenmiş küçük bir salona alındık. Camekanlar içinde sergilenen ürünler arasında en ilginci kralın tacıydı. Daha sonra kasa kapısı gibi bir kapıdan geçerek büyük bir odaya geçtik. Küçükten büyüğe doğru farklı kıratlardaki pırlantalar konusunda bir sunum izledik. Aynı zamanda satışta yapıyorlardı. Beğendiğiniz bir pırlantayı birkaç dakika içinde montüre yerleştirip şık bir yüzük olarak size satabiliyorlar. Ürünlerin güzel ama fiyatlarının cep yaktığını söylemeden edemeyeceğim.