AYNA AYNA, SÖYLE BANA…

Abone Ol

Bakmakla görmek aynı şey değildir. Arasında ince bir çizgi vardır. Kendimize ait, inandığımız duygu, düşünce ve değerlerimizi görmek için aynaya bir kez daha bakmamız gerekiyor. Varlığımızı tescil ettiğimiz en garanti yol belki de burasıdır. Görünmez olmak da tamamen ortadan kaybolmak değildir. Günümüz insan ilişkileri öyle bir safhaya gelmiştir ki var olduğumuzu düşündüğümüz bir ortamda görünmez olabiliyoruz. Bu durum bazen isteyerek bazen de yok sayılarak yansıyor. Bizi asıl görünmez yapan ise olay ve olgular karşısında göstermiş olduğumuz tutumdur. Bizi asıl görünmez yapan şey de sessizliğimizdir.  Böyle yaparak doğru olduğuna inandığımız çoğu düşüncemizi hastalıklı fikirlere, inançlara, değerlere mahkûm ettik.

Kurtuluşu ve çözümü kendi dışımızda arama alışkanlığı sessizliğimizi daha da derinleştirdi. Nasıl ki bilgisayarımız yapması gereken iş ve işlemlerde tepkisiz kaldığında en kestirme yol olarak ya format ya da reset atıyorsak bunu kendi üzerimizde de yapmalıyız. Tepki vermediğimiz, veremediğimiz durumlarda sorunlar yayılarak çözülemez hale gelecektir. Kendini yetiştirmiş duyarlı bireylerin bilgi, tecrübeleri ve aldıkları eğitim, onları fikir üretebilecek boyuta taşımıştır. Kişiyi sesli ve görünür yapacak olan da budur. Bizim bilgi ve tecrübelerimizin neyi yapmamız gerektiği noktasında samimiyse bir tepkime olacaktır. Buna rağmen hayatımızı göz önüne aldığımızda her şey yolundaymış gibi davranıp sessiz ve görünmez olmayı tercih etmek, aynaya bakmamızı ve kendimize format atmayı gerektirir. Sosyolojik ve psikolojik gerçekliğimiz her ne kadar bunu hoş karşılamasa da kendi algısal gerçekliğimizle de yüzleşmek zorundayız.

Çoğu zaman içselleştirmekten korktuğumuz nice doğru bilgi ve tecrübeyi yok sayıp mevcut olanı kabullenerek kendimizi sıkıştırıyoruz. Bundan kendimizi kurtaramadığımız gibi bu girdabın içine çocuklarımızı, gençlerimizi ve öğrencilerimizi de alıyoruz.  Var olan şey değerli görünür. Yokluğun ve hiçliğin bir kıymeti yoktur. Bizimde var ve yok sayılmamız bize duyulan saygının bir gereğidir. Toplumların mutluluk endeksi bizim daha mutlu görünme çabamızdan fazla değildir. Yaşam formu içerisinde her zaman bir şeyler yanlış gitmiştir. Farkındalık kadar buna karşı mücadele etmek de gerekiyor. Evet, bir şeyler yanlış gidiyor sen-ben ve bazı bizler bunu biliyor ve görüyoruz, dediğimiz anda aynada gülümseyen varlığımızı görebileceğiz.

Her şey kendimizi önemsemekle başlar. Önemsemek değer vermektir.  Kendimize biçtiğimiz değeri ne oranda yansıttığımız önemlidir. İlişkide olduğumuz sosyal yapı içindeki değerimizi bir nebzede olsa kendimiz belirliyoruz. Özelde kendimizi değerli hissetmemizin karşı tarafta bir karşılığının olup olmamasını sorgulamak ve gözlemlemek göz ardı etmememiz gereken bir durumdur. Bu durum bireylerin ve toplumun koyun veya sürü olarak görülüp görülmemesinde çok etkilidir. Nietzsche’nin dediği gibi, “Sürü halindeki insanların değer yargıları yoktur. Aile ve toplumlarından bir doğruluk paketi alır ve onları asla sorgulamadan tüm hayatlarını bir çarkın dişlisi olarak yaşarlar.”

Hâkim anlayış tarafından kimliğimizin ne olduğu, neler barındırdığı, neyi hak edip etmediğimize kadar hemen her şeye tek başımıza karar vermemiz neredeyse elimizden alınmıştır. Günümüzde sistemin kurmuş olduğu ve dayattığı fikir ve ideoloji doğrultusunda hak, hukuk ve adalet mekanizması şekillendirilir. Bu mekanizma içerisinde nasıl konumlandırılmışsak öyleyizdir.  Varlığımızın veya yokluğumuzun tescili ise bunun karşısında ortaya ne koyabildiğimizle alakalıdır. Çoğu şeyi değiştirebilecek boyutta olmasa da haklı, doğru ve gerçek olduğuna inandığımız değerleri her ortamda savunabilmek,  koyun postundan sıyrılmaktır. Bizi sürüden koparıp özel kılacak şey de budur. 

Yaşlı dünyamızda milyarlarca insan yaşamaktadır. Aralarında hem dünyanın tanıdığı hem de tanımadığı özel olan ve kendini öyle hissettiren nice insan vardır. Değerli olduğumuzu düşünmek kadar sistemin maşalarına, bezirgânlarına karşı hissettirebilmek de önemlidir. Bu da var olmakla yok sayılmak arasındaki tercihimizdir. Amerikalı siyasetçi ve insan hakları savunucusu, geçmiş en etkili ve cesur Siyahi Amerikalılardan Malcolm X, “Bütün uyuyanları uyandırmaya bir tek uyanık yeter,”  sözüyle kendimize değer atfetmeyi kısa ve öz anlatmıştır. Önemli olan uyutan mı, uyuyan mı yoksa uyandıran mı olduğumuzdur. Kendimizi konumlandığımız yer, aynı zamanda nasıl yaşadığımızı, yaşayacağımızı da belirliyor. Bunun adına da her an sonlanabileceğini bildiğimiz “HAYAT” diyoruz. Hem iş hem aile hem de sosyal hayatımız da kısaca kendi filmimizde bile başrolü oynamalıyız. Oynayamıyorsak varlığımızdan nasıl söz edebiliriz ki?

Hayatımız boyunca birçok film izledik, izliyoruz. Filmlerdeki figüranları kaçımız hatırlıyoruz ki… Varsa yoksa başrolü oynayanlarla özdeşim kuruyoruz. Tüm olaylar onun etrafında dönüyor.  Bizler de kimileri için kaybolan, unutulan, çok da önemsenmeyen bir varlık pozisyonunda mıyız, değil miyiz? Bizi izleyenlerin gözünde neyiz, neredeyiz? Siyasetçiler, yöneticilerin, sermaye sahiplerinin, patronların, rektörlerin, dekanların, hâkimlerin, ustaların, müdürlerin, gözünde ne oranda saygı gördüğümüzü, fikirlerimizin ne oranda karşılık bulduğunu sorgulayalım. Az gelişmiş yapılarda liyakat dışı, yanlış ve ilkesizce ortaya konulan tavır, davranış, düşünce ve uygulamalar karşısında ses çıkarmamak zamanla normalleştirilmiştir. Bizleri değersiz kılan da kendi hayatımızı anlatan filmde figüran veya obje kalmamızdır. Biliyoruz ki çekici eline alan herkesi çivi olarak görmeye başlar.

Varlığımızı ortaya koymadıkça o çekiç her zaman başımıza inecektir. Her zaman sayımızın çok olduğu bir alternatifimizin olduğu gözümüze sokularak değersizleştirilir. Bu da çoğu zaman bizi bir figüran ve objeye dönüştürmüştür. Böylece elimizde kendimizi özel ve değerli hissettiği tek alan olan sımsıkı sarıldığımız belki de sarılmak zorunda hissettiğimiz aile ortamı kalmış oluyor. Varlığımız orada anlam kazandığını hissediyoruz. Oysa bir nesil sonrasında varlığımız onlar arasında da kaybolacaktır. Hayatımız sadece aile ortamından ibaret olmadığına göre rolümüzü, varlığımızı -eğer var olduğumuzu düşünüyorsak- diğer alanlarda da ortaya koymak zorundayız.

Çoğunluğun inandığı veya inanmasa da öyle yansıttığı; düşüncelerimize, değerlerimize, ilkelerimize aykırı nitelendirdiğimiz, birçok şeyi sindirdik. Yalnız kalma korkusuyla kabuğumuza çekilip gri kalmayı; iyi, doğru ve haklı olamaya tercih ettik. O sahnede artık yokuz. Bir obje bir figüran olmaktan öte bir rolümüz yoktur. Mark Twain, hayatınızdaki en önemli iki gün; doğduğunuz günle, neden doğduğunuzu anladığınız gündür, derken özellikle ikinci günde varlığımızın sorgulamasını yapıyor. Bunu sorgulatan önemli bir kitap ise 7’den 70’e hemen herkesin okuması veya sosyal medyada dinlemesi gerektiğine inandığım Samed Behrengi'nin “Küçük Kara Balık” adlı bir öyküsüdür. Yaşadığımız hayatı bir balığın üzerinden özetlemiştir. Öyküde küçücük bir göletten okyanusa ulaştırabileceğine inanan bir balığın, hayallerine ulaşmadaki azmini ve onu engellemeye çalışan ailesi ve arkadaşlarına karşı mücadelesini görüyoruz. Öyküde geçen bazı cümleler oldukça anlamlıdır.

“Gerçekten de hayat, yaşlanıncaya dek küçücük bir yerde dolanıp durmak mı yoksa dünyada hayatta kalabilmek için başka bir yol var mı bilmek istiyorum...”

"Dünya o kadar büyük bir yer ki, her tarafını gezmen mümkün değil. Olsun, gidebildiğim yere kadar gitmek istiyorum."

“Şimdi ölüm çok kolay uğrayabilir bana! Ama ben yaşayabildiğim sürece ölümü karşılamaya gitmemeliyim. Elbette, bir gün ölümle karşılaşırsam -ki karşılaşacağım- önemli değil, önemli olan şu ki benim yaşamım ve ölümüm başkalarının yaşamını nasıl etkileyecek.”

Öykü aynı zamanda inanmanın, direnmenin özgürlüğün ve kendi başına kararlar alabilmenin gücünü anlatıyor. Bunun yanında korkunun, kaygının ve kalıpların bizi ne kadar sıkıştırdığını hem öyküde hem de bir gün cesaret edip de yüzleşeceğimiz aynamızda bulabiliriz.

MESUT AKÇA