Bilgisayarım

Abone Ol

Bilgisayar kursuna yazıldım. Öğrendim ki bilgisayar ile doğum tarihimiz aynı yıla, yani 1960 yılına dayanıyormuş hocamızın bahsettiğine göre. Gayet sevinmiş bir vaziyette ( çok da anlamlandıramasam da)yüksek sesle;

-Aaa, benim doğumuma denk gelmiş!

Dedim. Hoca hanımdan ağız dolusu;

-Maşallah!

Çıktı. Çünkü yaşı benim yarı yaşımdan da küçük. Bu, şu an size öylesine bir sohbet gibi geliyor olabilir. Benim içinse satır aralarını okumanın yanı sıra, şimdilerde çok revaçta olan ‘hayatı okumanın’ bir parçası diyebilirim. Öyleyse okuyabilene aşk olsun!

Bilgisayarda yeni bir pencere açmak ile hayatımda yeni bir oda açmak denk düştü yaşamımın şu anında. Tatil olduğu için genelde evde odalar arasında dolaşıp duruyorum. Bilgisayar odasına da çıkıp gitmek bir değişiklik oluyor benim için. Üstelik üstüme başıma biraz çeki düzen veriyorum, iki üç insanla ayaküstü sohbet ediyorum derken sosyalleşiyorum yani.

Yeni bilgiler giriyorum belleğime. Tıpkı bilgisayar belleğine ne girdi verirsen o çıkar ya karşına ben de yeni bilgilerle uğraşıyorum ki güzel çıktılar alayım artık. Sitemim kendimedir. Geçmişe haksızlık etmeden inşallah bir gün bunu dillendirmeyi öğrenirim. Bugün orda değilim yani geçici bellekte bu bilgiler, öyle olunca hep birilerinin hatırlatması gerekiyor. Kalıcı belleğe (hard diske) geçmesi için elimden gelenin en iyisiyle ayak işlerini yapıyorum.

Laf lafı açıyor. Ayak işleri deyince aklıma geliverdi.‘Ayak işleri’ deyimi benim için; herhangi bir eylemde benim üzerime düşeni yapıp gerisini Yüksek Gücüme bıraktığımın göstergesi olarak kullandığım bir kalıptır. Hoşuma da gider. Geçenlerde bir grup çalışmasında bunu kullandım. Bir katılımcının sert tepkisiyle karşılaştım. Uzun uzadıya anlatmayacağım olayı. Sadece onun yüklediği anlamı sonradan kavradım. ‘Ayak işleri’ malum ayağa bağlı olarak aşağılayıcı bir sürü eyleme yüklenebilir ya ondandı sanırım alınganlığı. Olsun benim ona yüklediğim anlam oldukça eşitlikçi insan olmanın nitelikleri açısından. Derin konu vesselâm...

Bakın bu sefer unutmazsam inşallah’ â ‘ yapmasını bile öğrendim bilgisayarda. ‘ Vesselâm’ sözcüğünü yazmakta zorlanacaktım yoksa. Shift tuşunu basılı tutarken inceltme işaretine basıyor, bırakıyorsunuz, sonra ‘a’harfine basıyorsunuz. Yazayım ki kalıcı belleğime geçsin. Severim ben ‘inceltme işaretini’. Her ne kadar okulun ilk zamanlarında ‘kâğıt’ sözcüğünü doğru okumakta çok zorlansam da incelik güzel şeydir diye gönderme yapalım ve laf sokmaya da noktayı koyalım.

Farkındayım yazıya başladığımdan beri resmen bir isyanla lafları giydiriyorum da giydiriyorum. Şükürler olsun bunu farkındayım. Eskiden ne yaptığımı fark etmez bir de yağ gibi üste çıkardım. O da yetmez ‘laf sokma’ eyleminin bende olmadığını iddia eder özellikle bu konuda annemin çok usta olduğunu söylerdim. Şimdilerde bu özelliğimi annemden aldığımı söylemenin yanı sıra bundaki aczimi genlere, epigenetiğe yükleyebilirim. Evet, zaman zaman düştüğüm bir çukur bu. Fakat bunu tekrarlamamak için elimden gelenin en iyisiyle çaba sarf ediyorum.

Geçenlerde Netflix’de ‘Zeytin Ağacı’nın ikinci sezonunu izledim. Ardından bir farkındalık yaşadım. Annem ve rahmetli babam başta olmak üzere bütün ilişkilerimi gözden geçiriyorum zaman zaman. Her seferinde daha fazlası aydınlanıyor. Filmi izledikten sonra da öyle oldu. Annem hep söyler iki yaşında Yunanistan’dan geldiklerini; ben de hep söylerim iki yaşındayken Torbalı’dan Selçuk’ a göç ettiğimizi. Fakat öykümüzdeki bu eşleşme ilk defa dikkatimi çekti. Nasıl otomatik pilotta yaşıyoruz hayatı! Tabii, ayrıntılara girince başka şeyler de aydınlanıyor. Şeytan, ayrıntılarda gizlidir ya, uymayalım biz ona.

Annemin sosyal medyada dinlediği ve bana aktardığı kadarıyla yazmaya çalışacağım hikâye de kapak olsun hepimize:

“Şeytan, bir gün çocuklarını almış dolaştırıyormuş dünyada. Bir yandan da tek tek sırası geldikçe hayvanları tanıtıyormuş onlara. Her hayvanın adını söyledikten sonra da ekliyormuş, bunlardan zarar gelmez bize diye. Sıra insana gelince uyarmış çocuklarını Şeytan:

-Bak bunlara dikkat edin ha! Bunlar var ya bunlar, her b.ku yerler bizim üstümüze atarlar.

Demiş demesine de şeytan bizim içimizde. Nasıl da işliyor ama sinsilik. Allem ettim kellem ettim, oradan dem vurdum, buradan hendek atlattım derken yine bir yazının sonuna geldim. Yaratıcı Yazarlık Atölyesinde hocamız hep altını çizerdi:

-Hepiniz aslında bir kişinin yazar olması için belki buradasınız.

Diye bir laf ederdi. Tam çıkaramadım söylediği cümleyi ama o yazarın ben olmadığımdan o kadar emindim ki içim sızlardı. Şimdi yazılarımı yazarken bu anlaşılmayacağım korkusu o kadar bariz ki bırakıversem bir daha hiç yazamayacakmışım gibi geliyor. Ben de belki bunca yazıyı beni anlayacak o bir kişi için yazıyorum. Ona inanıyorum ve yazıyorum. İyi ki oradasın! Teşekkürler.

Bitti mi? Hayır.

Bilgisayar 0 ve 1 üzerine kurulu bir işletme sistemi derler ya, o konuda da zihnim aydınlanmaya başladı biraz. Bilgelik Hikâyelerinde rastladım 0 ve 1’ le ilgili öykünün yeni bir versiyonuna:

Kişilik (0 ve 1)

Sınıf, öğrencilerin gürültü patırtısıyla sallanırken, sert görünümlü hoca kapıda beliriyor. Sınıfa bir bakış atıp kürsüye geçiyor. Tebeşirle tahtaya kocaman bir (1) rakamı çiziyor.

“Bakın!” diyor.”Bu, kişiliktir. Hayatta sahip olabileceğiniz en değerli şey...”

Sonra (1) in yanına bir (0) koyuyor:

“Bu, başarıdır. Başarılı bir kişilik (1)i (10) yapar. Bir (0) daha... Bu tecrübedir. (10) iken (100) olursunuz.”

Sıfırlar böyle uzayıp gidiyor. Yetenek... Disiplin... Sevgi... Eklenen her yeni (0)ın, kişiliği 10 kat zenginleştirdiğini anlatıyor hoca... Sonra eline silgiyi alıp en baştaki(1) i siliyor. Geriye bir sürü sıfır kalıyor. Ve hoca yorumu patlatıyor:

“Kişiliğiniz yoksa öbürleri hiçtir.”

Sınıf, mesajı alıp sessizliğe gömülür...

Yazımı böyle birbirine ekleyerek uzattığım zaman eskiden vapurla ulaşımlarda denk geldiğimiz seyyar satıcıları anımsıyorum, ellerindeki malzemeleri birbirine ekleyerek:

“Bitti mi? Hayır! Bu gördüğünüz...”

Derken... Bu sefer gerçekten BİTTİ!