Başçavuş sinirle yerinden kalktı, cebinden çıkardığı kirli ve buruşuk mendiliyle alnının terini sildi. Arkasını döndü, birkaç adım attı, kendi sağına doğru dönüp, birkaç adım daha attı. Eliyle saçsız başını avuçladı, sonra parmaklarıyla kaşıdı. Birden hiddetle bana doğru geri döndü;
-Bak güzel kardeşim, bak kıymetli hemşerim, bak güzel abim, şunu doğru dürüst anlat. Biliyorsun darbe dönemindeyiz seni ipte sallandırırlar. Daha gençsin, hatta tıfılsın, çirozsun be çirozsun. Korkma, en doğrusunu, en sakin şekilde anlat.
-Vallahi doğru söylüyorum ya niye bana inanmıyorsunuz?
-Yahu sana nasıl inanayım, söylediklerin akla mantığa uygun değil ki.
-Ama öyle, tastamam anlattığım gibi oldu.
Başçavuşun yüzüne bir güzellik geldi. Yoksa nurlandı mı, adam uçuyor mu, erenler kervanına mı katıldı nedir bilmem ama gerçekten de yüzünde bir hoşluk oluştu. Belki de çok iyi bir oyuncu. O kadar sinirliyken, anında sakin olabiliyor veya o kadar kızgın bir suratın yerini müşfik bir hal alabiliyordu.
-Tamam, en iyisi biraz dinlen. Belki senin de sinirlerin bozulmuştur. Biz kötü insanlar değiliz. Darbeyi yapan büyükler, biz emir kuluyuz. Hem senin işinin darbeyle bir alakası yok. Belki de gerçekten kazadır, belki de ne bileyim…
-Gerçekten kaza, yemin billah kaza ya neden inanmıyorsunuz?
-Kardeşim bak ben inansam da savcı bey inanmaz, savcı bey inansa da belediye başkanı inanmaz, belediye başkanı inansa da komutan valimiz hiç inanmaz.
-Yapmayın, etmeyin, ben doğruyu söylüyorum.
-Sen dua et komutan vali beyin yarası çok hafif olsun.
-Geceden beri dua ediyorum.
-İyi, sen duaya devam et, ben yemek yiyip geleceğim. Bu arada tekrar düşün, bu işin sonu çok kötü olur.
Başçavuş nezarethaneden çıktı. Sorgulamadan beri unutmuştum, nezarethanenin kesif kokusu tekrar burnuma geldi, başımı döndürdü. Sanki biraz da idrar kokuyordu. Açıkta veya kapalıda bir tuvalet yoktu ama demek ki…
Başçavuş yemek yemeye gitmişti ama geceden beri ağzına bir damla su bile koymayan bu garibin ne yiyip, ne içeceğini düşünen yoktu..diye düşünüyordum ki kapı açıldı, bir bekçi göründü. Elinde tabldot tabağı vardı, dökmemek için uğraş verdiğine göre sulu bir yemek ya da çorba olmalıydı. Tabldot tabağını iki eliyle tutuyordu. Nezarethanenin kapısına geldiğinde tabağı sol eline aldı, sağ eliyle de kemerinden çıkardığı anahtarla kapıyı açtı, yemeği bana uzattı, “afiyet olsun” demeyi de ihmal etmedi. Gerçi “zehir zıkkım olsun” tarzında bir afiyet olsundu ama umursamadım, teşekkür ettim. O çıktı ben de yemek yemeye başladı.
Tahmin ettiğim gibi sulu bir şey varmış, herhalde bu çorbadır. İçinde hiçbir şey yok ama su çorbası diyelim, belki de adı gerçekten de su çorbasıdır. Çok az bir yağ, çok az salça, bir tutam pul biber, biraz da tuz var, tabi bolca su.
Kuru bir ekmek yanında, içi taş dolu pirinç pilavı ve kafam kadar bir patatesin içinde olduğu sulu bir diğer yemek. Haşlama olmalı ama haşlamayı ilk keşfeden bu yemeği görse hayatında bir daha yemek yapmaz.
Burada ne kadar kalacağım belli değil, açlıktan ölmemek için mideme bir şeylerin girmesi lazım. Allah’ın nimeti, hani nimetlikten çıkmış bir halde ama olsun, sonuçta nimet bu. Tiksine tiksine yedim. Ahh anacığım, senin yemeğine burun kıvırdığım zamanlar aklıma geldi. Ben önceden bu “nimet”i görsem, her öğün Allah’ıma binlerce kez şükrederdim. Demek ki iyinin kıymetini bilmek için kötüyü görmek gerekiyormuş. Yahu bir gece kodeste kaldım filozof mu oldum ne? Belki de ermeye başlıyorumdur. Kim bilir belki de kodesten uçarak kurtulan ilk kişi olacağım.
İşin dalgasında değildim ama olayın vahametini kavrayacak durumda da değildim. Tamam bir kaza yapmıştım, üstelik de ilin valisinin aracına çarpıştım. Vali dediğime bakmayın, 12 Eylül darbesi döneminden görevi devralan Albaydı bu vali.
Aslında valinin arabası sağlamdı, benim külüstürle kıyasladığında benim arabanın haşat olması lazımdı ama onunki oldu. Olurken de valinin kafası arka cama değmiş, yaralanmış. Yahu bana ne, şoförü panik yapmış, frene çok hızlı basmış. Vali önce ön koltuğun baş koyma yerine çarpmış, orada da arka cama. Yani bir koltuktan yemiş, bir de camdan. Ama benden yememiş. Benim suçum ne? Ama o adam aklıma geldiğinde, o göbek aklıma geldiğinde yine gözlerim kararıyor, başım dönüyor.
Bu arada yemeğimi bitirmiştim. Öyle karnım şişmedi, maden suyu içecek kıvama da gelmedim ama yine de şükür, buna da şükür, öncesine de şükür, sonrasına da şükür. Hem bunu bulamayanlar da var.
Tabldot tabağını kenara koyuyordum ki kapı açıldı, başçavuş geldi ama yanında gözlüklü, takım elbiseli, kravatlı kibar bir bey de vardı. Yani en azından benle konuşana kadar çok kibar birisi olarak algılamıştım. Algılarım kapalıymış, adamın bağırmasıyla kendime geldim. Öyle bir çemkiriyor, öyle kaba konuşuyor, öyle hakaretler ediyor ki, demek o zamanlar böyle savcılar da varmış.
-Çabuk söyle hangi örgütün üyesisin, ajan mısın, kiralık katil mi, kimin tetikçisisin, seni kim tuttu, kaça tuttu, kaç para aldın, seni nereden buldular…
-Şey efendim, kem efendim, küm efendim.. ne terörü, ne örgütü ne katili, basit bir kazaydı bizimki.
-Oğlum ne kazası, vali sağ şeritte, sen en sol şerittesin, nasıl oluyor da birden direksiyonu kırıp, canımız, ciğerimiz valimizin aracına tosluyorsun.
-Ama göbekli adam…
-Bak bir daha göbekli adam dersen, bir daha yalan söylersen seni astırmak için elimden geleni yaparım. Bak dediğimi yaparım, bana yalan söyleme.
-Estağfurullah efendim ne yalanı, tastamam anlattığım gibi oldu.
-Sakin sakin ama yalansız, abartısız bir kere daha anlat.
-Ama anlatınca kızıyorsunuz.
-Yalancılıkgöbekçilik yapma sende.
-Vallahi de, billahi de, tillahi de yalan söylemiyorum, yahu niye bana inanmıyorsunuz?
-Evladım inanacağımız şekilde anlat, biz de eşek değiliz ya, anlarız.
-Estağfurullah efendim…
-Hadi bakalım sakince anlat.
-Efendim sabah uyandım…
-Uyanmayı geç, kaza yerine gel.
-Tamam geleceğim, zaten kaza yerine uyandıktan sonra geldim. Hani uyanmasam, bir dakika geç uyansam, annem beni kaldırmasa kaza yapmayacaktım.
-Örgüt lideri yoksa annen mi, bütün planı o mu yaptı?
-Yok ya ne planı, ne annemi.. Anacığım işe geç kalmayayım diye her sabah telaş yapar. Kahvaltı da yaptıracak ya..
-Ana işte..
-Evet demek sizin anneniz de benim annem gibi…
-Lafı kaynatma devam et.
-Özür dilerim efendim. Şimdi ben kahvaltımı ettim, telaşla dışarıya çıktım. Aracıma bindim ama motor çalışmadı, hani benim araç külüstür ya…
-O külüstür vali beyimizin aracını darmadağın etmiş. Neyse devam et..
-Zorla aracımı çalıştırdım, bunun için çevreden birkaç kişinin el atması gerekiyordu ama olsun. Onlar itti, araç da çalıştı. Sonra bizim evin caddeye bağlanan kavşağına geçtim, çok yakın zaten, daha yeni sürmeye başlamıştım. Kavşağı geçtim, caddeye çıktım. Bana yeşil ışık yanıyordu diye ilk kavşaktan dümdüz geçtim..pardon geçmeye çalıştım.
-Geçemedin mi?
-Geçseydim zaten bugün burada olmazdım. O adamı gördüm..
-O adamı geç, yine yalana başlama.
-Geçebilsem geçeceğim ama geçilecek gibi değil ki, hem yol vermiyor hem yolu görmek imkânsız. Onu görür görmez başım döndü, midem bulandı. Hamile de değildim ama gözlerim karardı.
-Kısa kes, adamı da geç.
-Geçemem efendim, hem zaten en önemli yer orası. O adam olmasaydı, yola çıkmasaydı, evde kalsaydı bugün ben burada olmayacaktım.
-Tamam anlat ama yalancılık yok.
-Estağfurullah efendim, ne haddime. Anlattığım her şey tastamam doğru.
-Hadi uzatma da anlat, kafamın tasını attırma.
-Tamam..tam kavşağa giriyordum ki o adamı gördüm. Tamam Allah var, inkar etmeyeyim adam kaldırımda duruyordu ama göbeği yolu yarılamıştı. Durmak için frene bassam durmayacak, adamı ezecektim. Direksiyonu sola kıramazdım zaten o adam ve diğer insanlar oradaydı, bir katliam olabilirdi. Direksiyonu sağa kırsam arkamdan ve yanımdan gelen araçlar vardı. O anda karar verdim…
-Bütün bunları o anda mı düşündün…
-Evet her şey film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti. Dedim ki direksiyonu ne kadar sağa kırarsam o kadar göbekten kurtulur, arkadan gelenlere de çarpmam ve yolun en sağına geçmiş olurum. Çok çok benim araca bir şey olacaktı, olsun zaten külüstür.
-Ama velinimetimiz valimizin arabasına çarptınız.
-Tam o anda sayın valimizin aracı geliyormuş. Ben göbekten kaçayım diye direksiyonu öyle bir kırmışım ki iki şeridi geçmiş, vali beyin aracının tam göbeğine çarpmışım.
-Yani seni kimse tutmadı, sen bir terör örgütüne üye değilsin.
-Değilim ya hepsi tastamam böyle oldu. Bütün suçlu o göbekli adam.
-Ama biraz abartıyorsun kabul et, hiç tas tamam bir buçuk metrelik göbek olur mu?
-Olur, adamı bulun, kendi gözlerinizle görün.
-İşin kötü tarafı adamı bulamıyoruz, bulsak sana hak vereceğiz. Henüz yeryüzünde bir buçuk metre göbeği olana rastlanmamış. Senin göbek yalanın hiçbir işe yaramaz. Seni kasten kaza yapmaktan, kasten bir devlet büyüğünü yaralamaktan dava açacağım.
-O kasten kısmını çıkarsanız, bir kastım yoktu.
-Söylediğin akla ve mantığa uysa kabul ederdim ama yok böyle bir şey. Öyle bir göbek henüz yeryüzüne gelmemiş…
O anda kapı açıldı. Ne bileyim ki o kapının açılması, aynı zamanda beni özgürlüğe kavuşturan açılma olduğunu. Bir komiser içeriye girdi, darbeden önce karakolun amiri olan komisermiş bu.
-Sayın savcım, sayın savcım adam doğru söylüyormuş o göbekli adamı bulduk…
-Yani göbekli adam gerçek…
-Evet efendim hem de dediği gibi göbeği var.
-Bir buçuk metre.
-Yok bir metre 55 santim, bir buçuktan beş santim de fazla.
-Yok daha neler, o adamı getirin, gözümle göreceğim, metreyle ölçeceğim.
-Getirdik efendim ama karakoldan içeriye sokamadık, kapının hemen dışında, deyince savcı bir heyecanla dışarıya çıktı. Beş dakika sonra geldiler, “kusura bakma, biz hayatımızda böyle bir göbek görmedik. Ben olsaydım bütün araçlara birden çarpardım” deyip, beni serbest bıraktılar.
Neyse ki vali beyin kafasının arka tarafında hafif bir şişlik varmış, o da göbekli adamı görünce beni affetmiş!
Böylece yalancı göbekçi olmadığım anlaşılmış oldu, darbe döneminde sorgusuz sualsiz asılmaktan da o göbek sayesinde kurtuldum.
Göbek önemli tabii, boşuna mı şişirip duruyoruz!