Bir öğretmen düşünün. Derse girer girmez istediklerini teker teker sıralayıp bir sürü nasihatte bulunuyor, sınıf geçebilmek için de gereklilikleri sıraladıktan sonra sözlerine noktayı koyuyor;
“Sizden dört şey istiyorum; onları yerine getirmezseniz asla sınıf geçemezsiniz!”
Öğretmenin bu tespiti üzerinden hareket ederek diyebiliriz ki biz bu şartları ya bilmiyoruz, ya da bildiğimiz halde yerine getirmiyoruz! Kimbilir, belki de adını iletişim çağı koyduğumuz bu çağda bilmekten kaçıyoruz! Zira başta kendi nefsim her birimiz sınıf geçmek gibi bir kaygıyı ‘yitirmiş’ durumdayız!
Günümüz manzarası içinde de rüşvet yiyen memurdan tutun da, işini savsaklayan işçiye, işçisini sömüren patrona, fâize tenezzül eden cüzdana, asabiyeti İslâm kardeşliğinin önüne koyan idrâksize, ecdâdına sövmeyi mârifet zanneden nasipsize, ölünün ardından iftira eden çapsıza, velhasıl hırsızından arsızına, ayyaşından zânisine, katilinden namussuzuna kadar, yanlış yapan her kim varsa, bu yanlışları öğretmeni dinlemediği için veya sınıf geçmeyi umursamadığı için yapmakta; böylelikle de sınıfta kalmaktadır.
Peki nedir sınıfı geçmek için ‘olmazsa olmaz’lar? Bunları saymadan önce bir durum tespiti yapmamız gerektiği kanaatindeyim.
Öncelikle kabul etmeliyiz ki teknoloji çağının artık hızlı tüketen ama aynı hızla da tükenen çocuklarıyız. Özellikle benim gibi gaz lambasından teknoloji çağına geçiş de çocukların idrak ve muhakemesi de bu hızdan nasibini aldı ne yazık ki.
Evet, bu gün yaşanan bir olayı, konuyu yorumlar veya güncellerken mevcut hafızamızla en fazla üç beş gün öncesine gidebiliyor; geçmişte yaşanan bir olayın aynısı yaşandığı zaman bağ kurabilsek de olaylar dizisi artınca oracıkta tıkanıp kalıyoruz. Buna insan olmamızın getirdiği nisyan(unutkanlık) özelliği de eklenince dünü hatırlamıyor, yarın ise evdeki hesaba uymayan çarşı gibi plansızlaşıyor. Bu defa da yarına hazırlık söz konusu olduğunda ‘gözümüz hep dışarda ve parmaklarımız da karşıda olduğu için’, “içimize hicret” edemiyor; bizzat kendimize itiraf etmemiz gerekenleri hesaba katamıyoruz.
Haydi! Nefsimizi imamlıktan azad edelim ve vicdanımızın karşısına mahcup bir eda ile dikilelim;
Aldığımız her nefesin, dillendirdiğimiz her kelimenin, yediğimiz her hakkın, ağlattığımız her gözün, acıttığımız her kalbin hesabını vereceğimiz o günden gafil olduğumuzdan beri; hayat denen girdabın bilinmezliklerine sürüklenen ruhsuz insanlara dönüştük.
Hayalimizdeki ev, gördükçe iç geçirdiğimiz araba, çalışıp kazanmayı hayal ettiğimiz para, ödemek zorunda olduğumuz borç, yetiştirmek zorunda olduğumuz çocuğumuz kadar meşgul etmiyor artık kalbimizi kul olabilmek. Alemlere rahmet olanın da deyişiyle dünya, altında biraz eğleştiğimiz bir ağaç gölgesi olduğunu, bu yolda garip bir yolcu olarak sahip olmaya değil şahit olmaya geldiğimizi bize hatırlatsa bile bunu unutuyoruz. Giderken geride bırakacağımız her şeyin daha fazlasını hırsla avuçlarımıza almak istiyor; yanımıza alacağımız yegâne sermayenin azını bile tutamıyoruz ellerimizde.
Gecenin bir yarısına kadar tv/internet başında vakit öldürerek uykuya kurban ettiğimiz, ne söylediğimizi bile anlamadan sırf ‘borç’ niyetiyle kıldığımız sabah namazlarımızı; ömrümüzü temizleyecek zekâtımızı; “ihtiyacından fazlasından geçtik” asgarisini bile vermemek için kırk takla attığımız pespaye tavrımızı; bırak iftar vaktine kadar sabretmeyi uykudan uyanır uyanmaz bir gıybete, bir haram nazara feda ettiğimiz oruçlarımızı; ruhundan bile bihaber olduğumuz kelime-i şehadetimizi; kapı komşumuz açlıktan kıvranırken, akraba(ları)mız bankalara kölelik yaparken turistik bir gezi haline getirdiğimiz umremizi; “Yemeğinizin kokusuyla dahi komşunuza eza etmeyiniz” nebevi ikazına rağmen aç, yoksul, yaşlı, hasta, gebe düşünmeden envai çeşit sofralarımızı sergilediğimiz sosyal medya hesaplarımızı; tevazu peçeli kibrimizi, bizi yiyip bitiren hırsımızı, ihlas libaslı riyamızı, paçalarımızdan din akarken(!) ahlaktan nasipsizliği itiraf edelim vicdanımıza.
Peki ne diyor o Yüce Mürebbi (c.c) …
“Bunları yapmazsanız asla dersi geçemezsiniz.”
O’nun bir öksüzün, bir yetimin yalınayak vicdanından dünyaya ‘son’ haykırışı olan kelamıyla anımsayalım ödevimizi;
“Asr’a yemin olsun ki insan mutlaka ziyandadır. Ancak; iman edenler, salih amel işleyenler; birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır”
Demek ki Rahman’ın bizzat yaşadığımız çağı şahit kılarak sunduğu imtahanda ‘minimum’ gereklilikler var. Bunları yapmazsak sınıfı geçemeyeceğiz.
Yani ne diyor Allah(c.c.); “iyi karne alabilmek için” iman edeceksiniz. Salih ameller yani iyi işler yapacaksınız. Birbirinize sabrı ve hakkı tavsiye edeceksiniz.
Daha açık bir tabirle bu ödevi şöyle de okuyabilir miyiz sizce?
Bizzat kendi çağının gerekliliklerini yaşamayanlar hüsrandadır.
Yani, kendi çağı zulümle, kötülükle doluyken önceki veya sonraki çağlardan medet umanlar; bizzat kendi çağında, kendi ortamında iyilik, güzellik, doğruluk için çalışmayanlar; bunları bir değer olarak görmeyenler; kıyam etmeyenler, hak ve adalet için bir araya gelmeyenler, zulüm ve kötülüklere direnmeyenler, dayanışma ve yardımlaşma içinde olmayanlar hüsrandadır. Çünkü size ayetlerimizle ısrarla hatırlattığımız o günde her çağın insanını, içinde yaşadığı çağa karşı sorumluluklarını yerine getirip getirmediği noktasında sorgulayacağız. Her çağa kendi çağdaşını ve her çağdaşa da kendi çağını soracağız. Yaşadığınız her an, zaman ve mekan lehinizde veya aleyhinizde şahitlik edecek. Bu nedenle çağınıza entegre olun ve kendi ortamınızın insanı olarak iyilik, güzellik, doğruluk için çalışın; hak, hukuk ve adalet için mücadele edin; yoksulların ihtiyacına, kimsesizlerin sahipsizliğine, düşmüşlerin imdadına, yolda kalmışların ızdırabına, yetimlerin yangınına koşun.
Demek ki akıp giden zaman içinde, insanlar dört şeyi yapmıyorlarsa ömürleri boşa geçiyor demektir. Bunlar aynı zamanda “evrensel kurtuluşun” da dört şartıdır. Bu asgari dört şey dışında bir şekilde “edinilmiş tarihsel kimlikler, nüfus cüzdanlarındaki din haneleri, kurtulmuş millet, seçilmiş kavim, şanlı tarih, mübarek soy avuntuları” insanı kurtaramayacaktır.
Şimdi bu şartlara kısa bir göz atalım;
İlk şartımız iman. Tahkikinden haberimiz olmasa da taklidinden dem vurarak sürekli eleştirdiğim ‘İman’ kavramı, yani kainatın yegane yaratıcısının varlığını bilmek ve ona güvenmek, insanı ontolojik yalnızlıktan kurtarır. Ona evrenin bir sahibi olduğu duygusunu verir. Bu duyguya sahip olan bir insan ise korku, endişe ve tedirginliklerden azad olur.
İkinci şart salih amel. Bu şartın anlatımı ciltler dolusu kitaplara sığmasa da kısaca diyebiliriz ki iyilik, güzellik ve doğruluk için çalışan insan, yaşadığı çağı yaşanabilir bir dünyaya çevirir. İlk şartın “iman” konulmasının sebebini, bu noktada daha fazla idrak edebileceğimiz kanaatindeyim. Çünkü ancak hakiki iman sahiplerinin amelleri sâlih olur, sâlih amel işlemek de insanı imanın hakikatine yaklaştırır. Yani helâl dairesinde kalmak şartıyla, Allah rızası için yapılan her şey salih ameldir. Herhangi bir işin bizi imanın hakikatine yaklaştırıp hüsrandan kurtaracak bir sâlih amel olması için de olmazsa olmaz ilk şart, Allah rızası, yani iyi niyettir.
Ne diyoruz hep; “Allah’ın terazisi hassastır; sadece ‘niyet’ ölçer!” Çünkü, niyet temiz olursa hedef tam on ikiden vurulmuş olur. Hedef on ikiden vurulunca 312 kişi ile Bedir’e çıkar, toprağı titretirsiniz. Hedef on ikiden vurulunca Kur’an’ı yırtmaya gelen adam, onun önünde diz çöker. Hedef on ikiden vurulunca örümcek, saklandığınız mağaranın kapısına ağ örer, deve hakeminiz olur, karaya yaptığınız gemiye Allah su gönderir, rüzgârlar emrinize verilir, kuşlar dalgalanmanıza katılır, nehirler hayatınıza akar, iki güvercin bekçiniz olur, tabiat yürüyüşünüze iştirak eder, varlığın kalbi sizinle atar, içiniz evrenin huzuru ile dolup taşar!
Üçüncü şart hakkı tavsiye etmek! Hak, hukuk ve adalet için omuz omuza vermek; ancak hakkın tavsiyesi sadece dil ile olursa pek fayda sağlamaz. Tavsiye sahibi hakkı kendisi yaşayabiliyorsa davranışları etrafına zaten sirayet eder. Yani, hep dediğimiz gibi kal (söz) değil hal(davranış)!
Günümüze bakalım;
Konu ne? Hakkı tavsiye etmek! Adam İlahiyat Profesörü. Milyonların izlediği bir tv programında samimiyet yoksunu bir dille Hz Hatica(ra) validemizi anlatıyor;
“O, varını yoğunu kocası için harcadı!”
Mesaj kime?
Günümüz kadınlarına!
Peki bunun yerine; “O, nübbüvetin darlık günlerinde emeğini, nefesini, varını, yoğunu Allah ve Resülü için hracamış bir gönül sultanı idi” desek? Hz Hatice(ra) gibi bir güzideyi “hakikate emektar bir rol model” olarak anlatmak dururken, “eşine sponsorluk yapan kadın” imajıyla neden anlatırız?
Ne hazin bir tablo! Verdiğim örnek “kocanıza köle olunuz” mesajı yerine, “Allah’ın rızası için herşeyinizi feda ediniz” şeklinde aktarılsaydı ben gider o hocamızın ellerinden öperdim! Ama hakkı tavsiye ederken nefsin isteğiyle maslahatçı akla yönelirsek o zaten bu isteği makul gösterecek gerekçeler arar. Sonucunda eğer vicdan ölü veya uykuda ise bu istekleri kınanmaz, aklanmaya çalışılır. Bu konudaki listeyi uzattıkça uzatabiliriz!
Dördüncü şart neydi; “sabrı tavsiye etmek!” Yani her türlü zorbalığa ve zorluğa direnip, bundan dolayı başa gelenlere katlanmak ve hayatın malum dertlerini elbirliği içinde paylaşmak acıların ilacı olur diyor Allah!
“Arkadaşlar bir derdi olan varsa söylesin, Allah’tan ve birbirimizden başka dostumuz yoktur. Ne yaparsak birlikte yapacağız! El ele, gönül gönüle, omuz omuza verirsek Allah’ın rahmet ve merhameti üzerimize yağacaktır! Hastası olan, borca batmış olan, başı belaya giren, düşen kim varsa söylesin!” diye çözüm sancısı içinde dertdaş olmaktır!
Okuyor, duyuyoruz. “Sahabi Asr Süresi’ni okumadan dağılmazdı!”
Ne anlıyoruz bundan? Asr Süresi’ni okumak yani Rabbimizin bu dört şart olmazsa sınıfı geçemezsiniz dediği şey, bu ve benzeri sorun ve sıkıntılara çözüm aramak, paylaşmak ve öyle dağılmak demektir.
İki satırlık bir süreyi ezberinden okuyup dağılmak mı? Hayır kardeşim! Asr Süresi’ni okumak “iyiliği, güzelliği ve doğruluğu yaymak için ne yapabiliriz?” sancısı içinde kıvranmaktır. “Zulüm ve haksızlıkla dolmuş dünyada hak ve adaleti tesis için nasıl çözümler üretebiliriz?” diye uykusundan olmaktır! “Bakın boşanmalar artıyor, aileler dağılıyor, fuhşiyat her tarafı kapladı, uyuşturucu giderek yayılıyor, sahipsiz çocuklar sokaklarda yatıyor, ihtiyarlar yalnızlığa terk ediliyor, komşu komşuya selam vermiyor!” diye kum tanesi olup çölün derdiyle dertlenmektir. Bunları konuşup çözümler ve çareler üretmek, bunlar için elele vermek, elbirlik olmak, omuz omuza vermek (tavsiyeleşmek) demektir.
Yoksa kafasına yığınla dert ve sorunu olan bir adamın yüzüne Asr Süresi’ni okuyup el Fatiha demekle Asr Süresi okunmuş olmaz. Böylesi bir toplantıdan insanlar halen kafasındaki sorun ve dert yumağıyla çıkıyorsa, o toplantıdan çıktığında halen kendini ‘yapayalnız’ hissediyorsa bilin ki orda Asr Süresi okunmamıştır!
İşte bunları yapan yeryüzünde yaşamanın anlamını kavrar. Korkularını yener, dertlerinin esiri olmaz. Zira kendi çağının, zamanının ve ortamının tanığı olmuştur ve bunlardan dolayı hesap verecektir!
Ve bitirelim.
Alimlerden bir zat “ne yaptımsa Asr sûresinin mânâsını kalbime indiremedim” diyor. Ta ki sıcak bir yaz günü çarşıda buz satan bir adamın söylediklerini duyup hâlini görünceye kadar.
Adamcağız, erimeden evvel satmak istediği buzları eliyle göstererek şöyle nida ediyordu:
“Sermayesi her an tükenmekte olan bu zavallıya yardım edecek kimse yok mu?”
“O an irkildim” diyor! Dünya bir çarşı ise, sermayesi ömür. Güneş altında eriyen buzlar gibi geçen günler içinde ömrü verip bir şey almaya geldik buraya. Zaman geçiyor, sermaye tükeniyor ama elde avuçta bir şey yoksa bunun adı düpedüz hüsran değil midir?
Müebbet muhabbetle!