Şair Murathan Mungan bir şiirinde şöyle diyor:
“…Yenik düşüyor her şey zamana / Biz büyüdük ve kirlendi dünya”
Dünyanın kirlenmesi yaşanmaz hale gelmesi bizim gördüklerimiz, duyduklarımız ve yaşadıklarımızla ilgilidir. İnsan neleri yapar neleri yapmaz/yapmamalı dediğimiz şeylerin toplamı kendi dünyamızı oluşturuyor. Dijitalleşmeyle birlikte öz gerçekliğimizin yanında yaşadığımız toplumun da gerçekliğiyle yüzleşiyoruz. Görmediklerimizi görmeye duymadıklarımızı duymaya başlıyoruz. O zaman aynaya bakıp masum değiliz hem de hiçbirimiz, diyebiliyoruz.
Belki de dünyayı gözümüzde çok büyüttük. Ne demişti Nazım: "Alt tarafı bir çiçek koklayıp, bir hayvan sahiplenip, birkaç insan tanıyıp, sevip gidecektik bu dünyadan. Nasıl kötü zamana denk geldi ömrümüz. Vicdansızların, sapıkların, katillerin, nefretin, cehaletin ortasına düştük!" Bütün meselemiz buydu oysa. Güzelliğin kurtaracağına inandığımız dünyamızda çocuk olmak kadar çocuk temizliğiyle, dürüstlüğüyle, samimiyetiyle yaşamak neredeyse imkânsızlaştı. Büyüdükçe tacizler, tecavüzler, savaşlar, ölümlere alıştı/alıştırıldı bünyemiz. Yıllarca her koyunu kendi bacağından asarak kurtulduğunu düşündü vicdanlar.
Toplum gerçekliğimizde ahlaki çöküntünün boyutlarını daha net izliyoruz artık. Bildiklerimizle, gördüklerimizle ve sakladıklarımızla bir kez daha yüzleşme fırsatı buluyoruz belki de. Masumlaştırdığımız vicdanımızın vahşi sesini nasıl bastırdığımızı da anlıyoruz. Ateş yine düştüğü yeri hem çocukları hem de çocuk tarafımızı yaktı. İçimizde öldürdüğümüz çocukluğumuzun yanında onları da öldürmeye başladık. Onlar ki “çiçeği insanlığımızın güllerin en hası en goncası” derdik. Ninnilerle, masallarla, şarkılarla büyütürdük. Olgunlaşmadan koparmaya başladık dalından. Erken attık kurdun kuşun önüne. Karanlığa hapsettik güzelim umutlarını.
Çocuklarımızı kendi annesinden, babasından, kardeşinden, akrabasından nasıl koruyabilirizin telaşı sardı. Oysa biz evimizin değil mahallenin çocuklarıydık. Hemen herkesin göz bebeği. 7 mahallede 77 kapımız vardı. Yalnız da olsak korkusuz çalardık zilini. Uzak okulumuzun yollarını servissiz teperdik. Yoldaki tüm bağlar, bahçeler, meyveleriyle bizimdi. Okumayı, yazmayı, çarpım tablosunu sorardı konu komşu, peşinden alırdık harçlığımızı. Aynı tastan aynı tabaktan çıkardı rızkımız. Bir elmayı en az dörde bölerdik. Boyumuz büyüdü, ellerimiz, ayaklarımız büyüdü. Her şeyi bir bir söktük. Elimiz ekmek de tuttu. İşimizi, aşımızı, paramızı kazandık; kazandıkça kayboldu bir yanımız, hem de en çocuk yanımız. Kayıp gitti elimizden bir anda, anlayamadık. Tanrı mı istedi yoksa habersiz mi açtı İblis Pandora’nın kutusunu bilmiyorum. Bırakmıyor artık dört yanımızı, dört koldan saran öfkenin, kibrin, kederin, ıstırabın, yalanın, ihtirasın, riyanın zehirli sarmaşıkları…
Bilmiyorum ki kim alıyor çocukluğumuzu… Kim aldıysa artık heyecanımızı geri versin ne olur. İnanın yeni oyunlar kurabiliriz; içinde dövüş, kavga, silah olmayanından hem de. Yeni yepyeni resimler de yapabiliriz tüm renklerin olduğu. Herkesin bir arada kardeşçe yaşadığını çizebiliriz… Hapishanelere asarız onları insan yerine. Özgürlük hayali kurabilsin diye çocuklar; uçurtma yapar belki düşünce suçlusu mahkûmlar.
Dünya eskiden de mi kirliydi; yoksa biz mi çok temizdik, ya da dünya temizdi de biz mi büyüdük. Zamana direnemedi bedenimiz, ruhumuz, zihnimiz. Onlar büyüdükçe küçüldü hayallerimiz… Ay, güneş, yıldızlar artık parlamıyor gözümüzde. Kuşlar eski tadında şakımıyor kulaklarımıza, rüzgâr getirmiyor dağ çiçeklerinin kokusunu. Kim açtıysa kapatmalı Pandora’nın kutusunu. Öfke, kibir, keder, ıstırap, yalan, riya ve hastalıklar geri girmeli…
Dünya bir penceredir demiş büyükler, her gelen baktı geçti. O yerinde dönüp durmaya devam ederken bizler de bakıp geçeceğiz. Önemli olan iyi ve kötü kadar temiz ve kirli mi hatırlayacağımızdır. Çocukken tohumu atılan insanlığa dair güzel şeyler biz büyüdükçe büyüyecek sandık. Aklımız, fikrimiz, karakterimiz, inancımız, prensiplerimiz gibi vicdanımız da evrim geçirdi. Bir bir kayboldu sabah akşam dilimizde pelesenk ettiğimiz, adı var kendi yok o çok süper değerlerimiz. Olmazı olur, imkânsızı mümkün kıldık, olmadı kılıfına uydurduk cümbür cemaat. Üç maymunu oynamayı bırakıp maymunu olduk düzenin. Kirlenen nedir şimdi; dünya mı, düşüncelerimiz mi? Belki de miadını doldurdu insanlık, büyümeyle dönüştük canavara…
Biliyorum hepimiz tedirginiz,
Her yer karanlık ve pusuda kelli felli adamlar
Timsah gözyaşlarıyla kimi kadınlarımız
Kürsü ardında bağıran politik bezirgânlar
Kan, irin kokusu sarmış havayı
Kaderin sırtına yüklenmiş günahlar
Temize çıkmanın hazzıyla çalıyor davulları Zebaniler
Cehenneme dönen ülkemizde, Korkuyoruz...
En kestirme düşman zamanı aldım karşıma. Versin yeniden çocukluğumuzu, alsın bizden benliğe dair ne varsa. Gördüklerimizi, yaşadıklarımızı silse ne çıkar. Bilmiyor mu utanmaktan öteye geçti ahlaksızlığın boyu. Yazgıyı yeniden yazmak lazım sil baştan iyiye, güzele, doğruya dair ne kaldıysa artık. Duyar mı artık dersiniz havanın, suyun, toprağın, dağ çiçeklerinin kokusunu bebeler? Anneler korkmadan sarıp sarmalar mı körpe yavrularını, salar mı ardına bakmadan eşe dosta. Gökyüzü yeniden aydınlanır mı umutlarla? Yıldızların kardeşliğine şahit olur mu Ay? İçinde ağası, paşası, kralı, olmayan yeni yepyeni masallar anlatır mı ninelerimiz? Savaşlarda kahraman yaratmaktan bıkar mı öyküler?..
Büyümesek olmaz mıydı yani. . … Hepimiz aynı güler aynı sevinirdik. Birimiz ağlarken dilimiz, dinimiz, ırkımız olmazdı. Birlikte üzülebilirdik. Gözyaşlarımız aynı toprağa dökülürdü. Kalsaydık keşke en saf en temiz halimizle. Korku bilmeyen çocuk cesaretimizi hiç kırılmasaydı büyüklerimiz. Almasaydılar elimizden pamuk şekerimizi. Ekmeğimizin, havamızın, yuvamızın sıcaklığını yitirmeseydik ağaların, beylerin, zorbaların ve cehalet tüccarlarının soğuk dünyalarında olmaz mıydı? Geriye dönse de zaman mutlu bir bayram sabahına uyansak, yüzümüzde çiçekler açsa. Sımsıcak sarmalasa annemiz mis kokusuyla. Mahallenin horozları çağırsa dışarı, durmadan koşsak sokaklarda, toprakla oynasak, çamurla kirlense ellerimiz. Yine çocuk gözlerimizle baksak dünyaya… Güneşin gülümsediğini görsek. Aya el sallasak Adıyaman sıcağında damlarda yatarken.
Büyüdükçe yalanlarımız büyüdü, öfkemiz de… Büyük çalmayı öğrendik planlı programlı hem de. Salça ekmekle doyan karnımızı doymaz oldu. Açlık ruhumuzu, zihnimizi, vicdanımızı sardı ve büyüttük kavgamızı. Hepimizin kendi dili, dini ve ırkı oldu. Aynı Tanrı’nın Habil’iyle Kabil’i olduk. Çocukların güzel günler, güneşli günler göreceği yarınlar gelecek mi bilinmez. Bildiğim bir şey var o da çocuklara dokunmadığımızda onlar kendi dünyalarında kendi cennetlerini yaratırlar. Dokunmasak en saf, en masum, en temiz halleriyle kaynaşırlar. Dokunmasak onlara beyinlerini çirkeflikle, zorbalıkla yobazlıkla ve cehaletin çirkinlikleriyle doldurmazlar.
Biz büyüdük artık çocuklarımız büyütmese mi? Onlar büyüdükçe bir düşman yaratmak zorunda kalıyoruz. Sığdırıyoruz Şeytan’ı insan bedenine. Yasaklar ve günahların girdabına kendi elimizle itmek zorunda kalıyoruz. Korku ve kaygılar ekiyoruz minik bedenlerine. Aydınlık yüzleri kendi karanlığımızda söndürüyoruz. Oysa şair ne demişti: “Tacizlerle tecavüzlerle dayaklarla terbiye etmeye ilke edinip saçma sapan inanç ve geleneklere maşa oyuncak yaparak sokuyoruz koynuna koca koca adamların. Evcilik oyunlarıyla kandırıyoruz civanları, Yetişkinlerin kirli oyunlarına oyuncak ediyoruz.”
Biliyorum hepimiz tedirginiz,
Her yer karanlık ve pusuda kelli felli adamlar
Timsah gözyaşlarıyla kimi kadınlarımız
Kürsü ardında bağıran politik bezirgânlar
Kan, irin kokusu sarmış havayı
Kaderin sırtına yüklenmiş günahlar
Temize çıkmanın hazzıyla çalıyor davulları Zebaniler
Cehenneme dönen ülkemizde, Korkuyoruz...
Çocuk yüreğimiz geri gelse ne olur, yine sevsek kedileri, kuşları, sokak köpeklerini, bir pamuk şekerle dinse gözyaşlarımız. Yalan söylediğimizde sadece burnumuz uzasa ne çıkar sanki. Yine gökkuşağının altından geçebileceğimize inansak; üstümüz başımız batsa çamurla; yağmur sularında zıplasak; açlığımızı salçalı ekmekle dindirsek olmaz mı? Keşke geri gelse en saf, en doğal, en çocuk yanımız…
Mesut AKÇA