Döngü maddeden başlayarak canlıları da etkileyen bir yolculuktur. Bu yolculuk milyonlarca yıldır devam etmektedir. Nasıl ki doğadaki değişim sınır tanımadan her şeye rağmen gerçekleşiyorsa bu değişimi kendi zihin dünyamızda neden yapmayalım? Değişim ve dönüşüm süreçleri bireylerden başladığını biliriz. Ne zaman ki bir şeyler zihnini kurcalamaya başlar değişimin tohumları atılmış demektir. Yeşermesi ise onu beslemekle mümkündür. Adım atılmadığı müddetçe bazı oluşumlar, yapılanmalar ve uygulamalar kemikleşerek alışkanlık haline gelecektir. Böylece bundan kurtulmak veya değiştirmek daha da zorlaşacaktır. İçinde bulunduğumuz yaşama dair nice saçma, bağnaz, uygulama bilim ve teknolojiye rağmen sürdürülmeye devam etmektedir.
Çok da kabullenemediğimiz “DEĞİŞMEK” sözcüğü bizim gibi fikirsel manada gelişmemiş toplumlarda taviz vermek ve zayıflık olarak görülmektedir. Ünlü Filozof Sokrates sürekli sorular sorar, önce kendine ardından da karşısındakilere… Gelen cevaplarla birlikte hakikate ulaşmanın yollarını aradı, durdu.
Bizler de önce kendimizle yüzleşmeyi denemekle başlayabiliriz. İlk soruyu kendimize soralım. Kimim, neyim, ne istiyorum? Ben gerçekten ben miyim, yoksa başkasının dediği veya gördüğü gibi mi olmalıyım? Üç ay, beş ay, bir yıl, beş yıl önceki benle, bugünkü ben aynı mı olmalı? Oysa gündelik hayatımızda o kadar çok şey oluyor ve o kadar çok şeyle karşılaşıyoruz ki etkilememek elde değil. Buradaki temel yaklaşım buna direnmeli miyiz yoksa adapte mi olmalıyız? Bazen okuduğumuz bir kitap, izlediğimiz bir film, bir skeç, tiyatroda bir sahne, duyduğumuz bir söz değiştirebilmeli tüm hayatımızı.
Değişim kartopu gibi en yakınlarından başlayarak büyüdükçe büyür. Bunun toplumsal bir harekete dönüşme süreci her zaman sancılı olmuş ve olmaktadır. İyi ve güzel olarak kurulan hayaller her dönemde engellemelerle karşılaşır. Gelenekçi, biatçı, dinci ve burjuvazi yapılar köşe başlarını tuttuğu sürece dönüşüm gecikecektir.
Ortaçağ'da bireysel çabalarla radikal toplumsal hareketler tetiklenmiştir. Neticede Reform ve Rönesans hareketlerini başlatan Avrupa, zamanın ruhuna inat özgün radikal kararlarla bu süreci kendi lehlerine çevirmeyi başarabilmiştir Derebeylik düzeninden artı kiliselerin baskısından bunalan insanlar duyarlı aydınların katkısıyla kültür, sanat ve bilimle desteklenen halk hareketini başlatmıştır. Fransız İhtilali ile de bu devam edip ete kemiğe bürünmüştür.
Avrupa toplumlarının değişim dönüşüm sürecini etkileyen en temel unsurların başında matbaanın icat edilip aktif kullanılması gelmektedir. Basın yayın işleri artmış gazete ve kitaplar ardı ardına baskılar yaparak bilgi aktarımını sağlamıştır. Bu da bireylerin fikir dünyasını etkilemeye düşünmeye ve gerekeni yapma noktasında örgütlemeye götürmüştür. Günümüzle karşılaştırdığımızda; iletişim anlamında bu kadar ileri boyutlara ulaşmamıza rağmen zamanın acımasızlığına, hatta sihirli atfedilen gücüne rağmen neden değişim ve dönüşüm yeterli ve hızlı oranda olmuyor. Bu durum belki de zihinlerimizi buna açık ve kapalı tutmakla alakalıdır.
Zihnin ve algı dünyamızın başkalarına açmak noktasında korkular oluşturulmuştur. Bu tek başına gerçekleşen bir durum olmadığı belirgindir. Dünyanın bir noktaya doğru evirilmesinde etkili olan güç veya güçler, neyin nasıl olmasını istiyorsa ona yönelik alt yapı çalışması yürütmektedir. Kişilerin ve toplumların bilinçaltına inilerek topyekûn sürüleştirme projeleri üretmektedirler. Bunun yolu ise maliyeti olmayan inanç ve geleneksel alışkanlıklar bütünüdür. Bu gibi somut olmayan değerler bütünü somut gerçeklerin üstünü örtmeye her zaman muktedir olmuştur.
Günümüzün fikirsel anlayışında sorgulama mantığı “Z Kuşağı” kavramıyla değişimin ve dönüşümün bir adımı olarak görülebilir. Bu çerçevede hem hak, hem hukuk hem de değerler bütünü olan inançlar ve geleneksel yapının birbirinden bağımsız şeyler olmadığını bireylerin her ikisinden de taviz vermeden amasız, fakatsız, aslasız mücadele verebileceği; birini tercih etmesi diğerinden vazgeçmesi anlamının çıkmayacağını bilmesiyle doğrudan alakalıdır.
Belki de yeni neslin her alanda kabullenmediği tavır budur. Her şeyin bir anda, aynı anda veya yan yana olması neden mümkün olmayacağını sorgulamakla başlanmalıdır. Bireylerin ve toplumların yüzyıllardır beklediği şey tam da budur. Yetinmek, görmezden gelmek bir anlamda da taviz vermek değil midir? Kullanılmanın masum ifadesidir aslında. “Neden olmasın?” “Neden erteleyelim ki?” sorusunu sormayı, neden soramadık ve soramıyoruz?
Cevap arayabilmenin yegâne yolu ise doğru soruyu bulmak veya düşünebilmekten geçiyor. Eğer doğru soruyu, doğru yerde doğru kişilere sormayı becerebildik mi hayatımıza yol gösterecek adımı da atmış olacağız. Korkutulan halk sorularını karnından sorduğu için kimse duymaz. Gurultudan ibaret çıkan bu sesi ekmek ve makarnayla bastırmak mümkün oluyor. Bu yüzden değil midir iktidarların, siyasilerin en korktuğu kişiler, dürüst ve ilkeli gazetecilerdir. Onları satın almak ve korkutmak çabası el altından yürütülmüyor değildir. Ve tabii ki başımızın tacı, cehaletin korkulu rüyası FELSEFE. Yüzyıllardır soru sorma ilmini zirveye taşıyan alan. Hangi ülkede bu ilim kısıtlanmış ve önemi yitirilmişse Felsefeden uzaklaşan, uzaklaşmış her toplum köleleşmiştir.
İktidarların, devletlerin Felsefe bilimine verdiği değer, o toplumun kültür, sanat ve bilimdeki gelişmişlik düzeyiyle aynı oranda ilerlemekte veya gerilemektedir. Yönetmek bir sanattır. Bunun kolay ve zor tarafları elbette vardır. Soran sorgulayan kitleleri yönetmekle, koyun misali toplumları yönetmek arasında ciddi farklar vardır. Birinde yaptığın, yapacağın her şeyin açıklamasını ve hesabını vermek zorunda kalırken diğerinde cevap vermekten ziyade kabullendirmek, sindirmek ve bastırmak yolu tercih edilir. Öfke ve şiddetin temelini ne oluşturuyor derseniz, verilecek doğru, ilkeli ve evrensel boyutta geçerli bir cevabın olmayışı denebilir. Bu bir kaçma biçimidir aslında. Toplumu yönetmek şiddet ve korkutma yoluyla da yapılır; ikna ederek, değer vererek, mutlu ederek de. Bunun tercihi yöneten kadar yönetilenlerin de tercihidir. Neyle ne oranda yetindiğinin bu tercihle doğrudan ilişkisi vardır.
Bu mücadeleyi vermeyi göze alan birey ve toplum cesur adımlar atmak zorundadır. Hiçbir iktidar elde ettiği gücü ve değerleri keyfi olarak veya inandığı için paylaşma yoluna gitmemiştir. Bunun için büyük bedeller ödenmiştir. Burada sayıca çoğunluk olmaktan ziyade inanmak önemlidir.
MESUT AKÇA