Hiçbir şey yapmak gelmiyordu içimden, canımda sıkılıyordu. Ne yapacağımı düşünürken, "Dışarı çıkayım mı?" diye sordum kendime. Cevap veremedim, tereddüt ettim. Düşünmeye devam ederken, yavaş yavaş pencereye doğru ilerledim. Kollarımın hemen yorulmaya başladığını hissettim bu esnada; ya ben ağırlaşmıştım ya da altımdaki dört tekerlekli zorlaştırıyordu işimi. İyice yaklaştım. Bir süre pencerenin izin verdiği kadar görüş alanıma giren her yere baktım. Hâlâ kararsızdım, "Geleyim mi?" diye bir soru çıktı ağzımdan. Beklediğim işareti arıyor gibi bakmaya devam ettim. Az sonra bir iki ağacın çağırırcasına sallandığını gördüm. Cevabımı almıştım ve hazırlık başladı. Saçlara verilen şekil, güzel kokulu iki fıs fıs gerdana doğru ve ayağımı içine alıp öylece kıpırdamadan duracak olan ayakkabılar...
İçerideki dört tekerlekliyi bırakıp kapının önünde duranın üzerine yerleştirildim. Bunda kollarım yorulmuyordu. Bir parmak gücü ile hareket ediyor. Fakat biraz yamalı, az biraz da yaralı. Bayağı kaynak kıvılcımı ile şenlenmiş yerleri ve teller ile tutturulmuş bölümleri var. Bir zamanlar katlanabiliyormuş, duyduğumda şaşırmıştım -efkârlı bir gününde kendisi anlattı- bu özelliğini göremedim, ikinci sahibiyim arkadaşın.
Sağ olsun bizimkilerden biri asansörün kapısını açtı ve girdim. Benimle gelmek istedi, izin vermedim; kol yorulması yok, sonuçta bir parmak... Zemin kata geldim ve iç kapı hürmetle yanlara açıldı. Yaralı dostumu öne doğru hareketlendirince dış kapıyı ittirdi. Sola döndüm ve ilerlerken duvardaki kocaman aynayı gördüm. Yaklaştım tipime baktım. Fena değildim. Geri çekildim ve kendime övgüler dizerek gün ışığına çıktım.
Binanın bahçesinden çıkarken, benim için yapılmış rampayı tırmandım. Bana özel mini bir yapı, “Babam sağ olsun!” Bir diğerinden ve daha geniş olanından -o bana özel değil- geri geri yola indim. Bu sırada su oluğuna girip çıkmam kaynaklı yerleri gıcırdattı. "Özür dilerim abi!" dedi su oluğu saygılı bir şekilde, ses etmedim.
Yola çıktım ve birbirine sıkı sıkı kilitlenmiş taşların üzerinde ilerlemeye başladım. Sağa sola bakınarak devam ederken, talihsiz bir şey oldu. Yol ile aynı seviyede olmayan kanalizasyon kapağının üzerine düşürdüm ön tekeri. Birkaç hamle yaptım yükseltiyi çıkamadı. Bu sorun bende telaş yarattı. Ön tekerlek kırılabilirdi. Etraftan geçen kimse de yoktu. Biraz uğraştıktan sonra geri geri gidince kurtuldum. Adeta ufak bir ruhsal travma yaşamıştım. Oradan uzaklaşmak için az hız yaptım. İnsanların para çektikleri, küçük büfelere benzeyen şeylerin önünde buldum kendimi. Durup onlara baktım. İki basamak ile ulaşılabilen bir zemine oturtulmuş vaziyettelerdi. Yüksekten bana bakıp kurumlanıyorlardı. Benim onlarla işim yok, muhatap olmadım. Ama benim durumumda olup işi düşenler için -yardım isterken çarpılabilirler- zor bir durum. İki basamakla üstünlük taslıyorlardı. Gıcık oldum, "Ah ulan, benim mini rampa burada olacak ki!" dedim içimden ve saydırdım devamında, "Sorardım size bu tavırları. Takır takır parmaklardım bilgilerimi, çekerdim paramı -tabi olsaydı- kalırdınız öyle. Ama o iki basamak var ya..."
Ana yolun sağ tarafına düşen parka gitmek amacındaydım. Biraz çam ağaçları altında oturup, gelen geçeni seyredip belki iki lafın belini kıracak biri ile tanışacaktım. Fakat öncelikle kaldırıma çıkıp, biraz ilerledikten sonra küçük bir köprücükten geçerek parka girecektim. Döndüm, baktım ama bu benim için imkânsızdı. Kaldırımın etrafını saran ve istinat duvarı görevi gören bordür taşlarından biri yan yatırılmış, rampa diye yutturuluyordu bize. Yedi sekiz santime yakın bir yükseklik vardı. Olduğum yerde durdum, öylece ona bakakaldığım sırada, "Kusura bakma abim!.." dedi üzgün bir ses tonuyla. Kendini kötü hissetmişti. İnsanların unuttuğu bir nezaket gösterdi, tıpkı su oluğu gibi. Bende üzüldüm, "Senin ne suçun var, üzülme! Seni bu hâle getirenler utansın!" dedim ve daha fazla beklemeden yol kenarından ilerlemeye devam ettim.
Yanımdan vızır vızır arabalar geçerken asfalt: "Aman dikkat! Aman dikkat!" diyerek beni sağa çekiyor gibiydi. Bu seferki hedefim kaldırımın diğer ucuna giderek oradaki rampayı kullanıp kaldırıma çıkmaktı. Asfaltın beni ikazları eşliğinde istediğim noktaya ulaştım. Rampayı görebiliyordum, rahatça kullanabilirdim. Ama öyle bir şansım olmadı. Gösterişli bir araba orayı dinlenme yeri seçmişti. Sahibi istediği yere park etmeyi hakkı olarak görüyordu galiba. Bizim altımızdaki ne ki; bir sürü kaynak yemiş, tellerle tutturulmuş, tek havalı tarafı bir parmak ile sürmek olan akülü tabure. İçim evdekinden daha çok sıkılmaya başladı. Artık bir şeyler düşünmek istemiyordum. Geldiğim gibi aynı şekilde tekrar eve döndüm ve arkamdan seslenen asfalta, rampa diye yatırılan bordür taşına, küçük su kanalına ve hatta benim mini rampaya cevap vermedim. Çünkü öfkeli ve üzüntülüydüm. Fakat bu duyguların onlarla bir ilgisi yoktu. Öfkem, çevreyi benim ve benim durumumda olanların hayatlarını kolaylaştırmak yerine zorlaştıranlara, ayrıca ortak alanlarda düşüncesizce davrananlaraydı.
Şimdi yine evdeyim ve pencereye yaklaşmak içimden gelmiyor. Çünkü uzaktan bakınca dışarıya çıkma isteği ve çıktıktan sonraki hayal kırıklığını yaşamak istemiyorum. Vücudumuzdaki engeller değil de, önümüze konulan engeller hayatımızı zorlaştırıyor. Bir gün bu durumun değişeceğini umut ederek, evde yaptığım işlerle mutluluğu ve başarıyı yakalamayı düşünüyorum.
Not: Fiziksel, görme, işitme, zihinsel vb. engeli olanlar ayrıcalık değil hakkı olanı ister. Bu hakkı kimseler alamaz ve görmezlikten gelemez.