HANDE VE ŞEYH SAİD

Abone Ol

ŞEYH SAİD'İN YARGILANMASI VE MAHKEME İFADESİ

(Hande adlı şahsın "Şeyh Sait - Fetö'nün Fikir Babasi" yazısına merhum Şeyh Said adına bir cevaptır)

Şeyh Said ve arkadaşlarının davası, 26 Mayıs 1925 Salı günü Seyid Abdulkadir'in yargılandığı sinema salonunda başladı. Dekor aynıydı. Yukarıda kalan sahne, Türk Bayraklarıyla süslenmişti. Mahkeme heyetinin sıralanıp oturması için, yarım ay biçiminde yüksekçe bir kürsü inşa edilmişti, sahnenin ortasına. Salondaki tek fark, sinema kamerasıydı. Bir alıcı makine, duruşmayı başından sonuna kadar filme alıyordu.

Dışarıda, Seyid Abdulkadir'in duruşması sırasında alınan önlemler, birkaç kat arttırılmış, sıradan insanlar için ürküntü verecek boyuttaydı. Şehir, birkaç kat kuşatılmış, yollar, kavşaklar silahlı askerlerce tutulmuş, yargılamanın olduğu sinema salonu ise etten ve silahların çeliğinden oluşan bir duvarın ardına alınmıştı. “Durumu şüpheli” görülen insanlar, semte yaklaştırılmıyor, köylüler arka sokaklara sürülüyorlardı.

Ama mahkemenin “adil ve usulüne uygun” işlediğine ilişkin görüntü unutulmamıştı. Yargılamanın halka açık olduğunun göstergesi olarak, arka sıralara, Diyarbakır'daki devlet görevlileri ile yakınları arasından özel olarak seçilmiş sivil giyimli “ izleyiciler” yerleştirilmişti. Kimliklerin bir kez daha saptanmasından sonra iddianame okunmaya başlandı. Kalabalık isyancı grubuna ilişkin iddianame kısaydı. Siyasi içerikten uzak, “kriminal bir suçlama” niteliğindeydi. İddianamede, bütün dünyanın bildiği bir isyanın çıktığı anlatılıyor, ama nedeni açıklanmıyordu. İsyanın iç ve dış kışkırtmalar sonucu meydana geldiği de anlatılıyordu. İddianamenin sonunda isyanın amacı “din siperi altında irticai bir bölücülük hareketi” olarak tanımlanıyordu.

İddianamenin okunmasından sonra sorgu başladı. Şeyh Said, sorguda ilk sıradaydı. Yargıç, soru sorarken olağanüstü kibardı. “Siz” ya da “Şeyh Efendi” diye hitap ediyor, onu saygın yere oturtan deyimlerle konuşuyordu. Öyle ki, bu manzaraya tanık olanlar, rahatlıkla “Şeyh biraz sonra buradan çıkıp köyüne dönecektir” diye düşünebilirdi.

Yargıç nerede, ne zaman ve kimin yanında öğrenim gördüğünü sorarak işe başladı. Bunu isyana ilişkin sorular izledi. Yargıçla Şeyh Said arasında geçen diyalogu, tutanakların açıklanan kısmından bir özeti:

“- İsyan hareketini nasıl düşündünüz? Size ilham mı geldi?

—Hâşâ, ilham gelmedi. Kitaplarda gördüm ki, imam şeriattan saparsa isyan vaciptir. Hükümete şeriat sorununu anlatmak istedik. Hiç olmazsa bir kısmının uygulanmasını isteyecektik. Allahu Teala'nın kaderi beni bu işe düşürdü. İçine bir düştüm, bir daha çıkamadım.

—Buyurdunuz ki, imam şeriattan saparsa isyan vaciptir. Bunun şartı yok mu?

—Şartını bilmiyorum. Şer'an vaciptir deniliyor.

—Bu halin imamdan kaynaklanmasına bir Müslüman isyan eder mi?

—Benim niyetim böyle değildi. Şeriye şartlarını uygulamazsa dedim.

—Demek ki siz, şeriattan sapma olduğu için kıyam ettiniz. Amacınız ne idi?

—Kitap, kıyam vaciptir diyor. Kitap, cinayet, zina, müskirat gibi durumları yasaklıyor. Hepimiz Müslümanız. Türk, Kürt ayrımı yoktu.

—Şeyh Efendi, onları bırakın. Özellikle kıyamın nedenini söyleyiniz.

—Piran' da bir olay oldu. Çatışma çıktı. Bu da bana mal edildi. Hâlbuki ben teğmene üç defa rica ettim. Adamlar nikâhları üzerine yemin etmişler, ısrar etmeyin dedim. Sonra sekiz tanesini bırakmış, ikisini tutuklamışlar. Olay patlak verince ben köyden çıktım. Sonra işin içine köylüler karıştı; ayaklanma başladı. Bir daha içinden çıkamadım.

—Şeyh Efendi, Piran'a gelmeden önce din meselesinden dolayı kıyamı düşünüyor muydunuz?

—Kalbimde düşünüyordum. Fakat savaşla değil, broşürler yazıp meclise göndererek, yasaların şeriata uygun düzenlenmesini istemeyi düşünüyordum.

—Niçin yapmadınız?

—Bu konuda önce bilimsel araştırmalar yapayım dedim. Fakat kader beni Piran'a sürükledi. Piran olayı çıktı; önünü alamadık.

—Şeriat uygulanmadığı için isyanı çıkardınız, öyle mi?

—İmam eğer şeriatı uygulamazsa dedim, bu, şeriata göre isyanın gerekçesidir. İsyan meydana geldikten sonra, hiç olmazsa günahkâr olmayız dedim.

—Müslümanların kardeş olduğunu söylediniz. Müslümanın Müslüman üzerine “kıtal” göndermesi caiz mi?

—Evet, birbirinin kardeşidir. İmama kıyam etmek, muharebeyi itna etmez mi? Kitap öyle diyor.

—Müslümanlar kardeş olduklarına göre, nasıl birbirinin üstüne sevk ettiniz?

—Hz. Ali'nin savaştıkları da Müslüman değil miydi? Yine kardeş kalırlar.

—Kıyam vaciptir buyurdunuz. Küffar Kur'anı çiğnerken cihat nedir?

—O da cihattır. Beli, farzdır.

—Yunanlılar memleketimizi işgal ederken, topladığınız o 4 bin kişi ile üstlerine yürümediniz.

—O zaman çok perişandık. Zamanımız olsaydı durmazdık. Balkan savaşına katılmak istedik, istemediler. Bu savaşta muhacir, fakirdik.

—İsyanı kimlerle nerede hazırladınız?

—Önceden hazırlık yoktu. Piran olayı ile alevlendi. Biz de içine düştük ve işe başladık. Ben Lice'ye geldim. Kimseye bir şey söylememiştim.

—Oğlunuz Ali Rıza İstanbul'dan geldikten kaç gün sonra isyan oldu?

—Yaklaşık bir ay sonra.

—Oğlunuz İstanbul'da isyan olayını kimlerle konuştu ve size ne haberler getirdi?

—İsyan meselesini İstanbul'da işitmemiş. Hatta Halit Bey'in tutuklandığını Erzurum'da oğlundan duymuş.

—Oğlumuz İstanbul'dan geldikten sonra, herhalde şeriat şöyle böyle olmuş diye bir şeyler söylemiştir.

—İstanbul'da Hınıs Kürtlerinden birine misafir olmuş ve Seid Abdülkadir Efendi'yi ziyaret etmiş.

—İstanbul'a ne amaçla gitmişti?

—Halep tüccarlarına mal satmıştı.

—Oğlunuz İstanbul'dan döndükten sonra nerede buluştunuz?

—Şuşar'da.

—Jandarma geldi, adam vuruldu, bu isyan çıktı dediniz.

—Jandarma vurulmasaydı, kitapla görevimi yapacaktım.

—Jandarma görevini yapıyor diye bütün halkı ayağa kaldırıyorsunuz.

—Hayır, bence bir şey yoktu. Jandarmaya, bunlar teslim olmamak için yemin etmiş, siz ısrar ediyorsunuz, yapmayın dedim.

—Nasihatinizden sonra bir şey oldu mu?

—Vuruştular.

—Vurdular diye, size ne oldu da halkı ayaklandırdınız?

—Ben köyden çıktım, gittim. Ayaklanma koptu; olunca da ben başına geçtim.

—Ayaklanma oldu da, ondan sonra mı başına geçtiniz?

—Ben Darahini'ye gelmeden önce muhasara başlamıştı.

—Şeyh Efendi, isyanın nedeni jandarma değildir. Propagandalar, açıklamalar yapılıyormuş.

—Jandarmalar olmasaydı, kitapla belki bir sene sonra olurdu, belki altı ay sonra olurdu. Yahut olmazdı.

—Jandarma meseli düşüncelerinizi eyleme dönüştürdü. Olmasaydı, altı ay sonra olurdu değil mi?

—Hayır, jandarma olmasaydı, belki olmazdı. Allan kader saydıysa olurdu.

—Her şeyi kaza ve kadere mal ediyorsunuz. Sizin iradeniz yok muydu?

—Hayır, irade de var. Ben boş değilim. Benim de dahlim var. İnkâr edemem.

—İsyanı tek başınıza başlattığınıza inanmıyorum. Herhalde sizi teşvik edenler vardır.

—Ne içerden, ne de dışardan teşvik eden yoktur. Hariçten dediğim ecnebilerdir.

—Demek ki ayaklanma ve isyanı yalnız zat-ı âliniz düşündü.

—Evet, benim fikrimde vardı. Bilim adamlarını, düşünce sahiplerini göreyim dedim. Din kalkmış, maneviyat unutulmuştu. Bunları isteyelim dedim. Öyle ümit ediyorduk.

—Bunlarla görüştünüz mü?

—Görüşmedim. Zaman kalmadı. Bu olay meydana geldi.

—Mektuplarınızda , 'Emirülmücahidin' kullanıyorsunuz. İnsan kendi kendine Emirülmücahidin adını alır mı?

—Emirlere, 'Emirülmücahidin' yazıyordum. Büyüklüğü kendime layık görmedim. Sonra Hadimülmücahidin'i kullandım.

—Alacağınıza inanarak mı Diyarbakır'a hücum ettiniz?

—Diyarbakır'a hücum taraftarı değildim. Fakat bazı kimseler istedi.

—Kimler?

—Hanili Halit Bey taraftardı.

—Alamayacağınızı bildiğiniz halde neden hücum ettiniz?

—Birkaç savaş olmuştu. Başarı Kürtlerde idi. Yine öyle olur sandık. Fakat olmadı.

—İçerden bilgi alıyor muydunuz?

—Diyarbakır içi ile alışverişimiz yoktu. Yalnız halkın çoğunun dine eğilimli olduğunu biliyorduk.

—Yani ümitvardınız?

—Ümitvardık. Halktan ümitvardık.

—Cemil Paşazedeler ve Necip Bey neye eğilimliydi?

—Ben kimseyi tanımam. İşittiğime göre, Nakip Cemil Paşalar şeriata meyyaldardır diyorlar. Seninle birlikte olur diyorlar. Ama kendisini hiç tanımam.

—Böyle önemli bir istihbarat araştırılmaz mı?

—Haddi hesabı olmayan yalanlarda söyleniyordu. Muş, Bitlis işgal olmuş diye haberler geliyordu. Sonra yalan olduğu ortaya çıkıyordu. Ne postamız, ne de irtibatımız vardı.

—Hiçbir şey yokken, bu kadar ümmet-i Muhammed'in kanını dökmek caiz mi?

—Zaten olmuştu. Darahini'ye hücum etmişlerdi.

—Elazığ'a saldıran kuvvetlerin komutanı kimdi?

—Şeyh Şerif'i tayin etmişti. Odur.

—Başka kimdi kumandanların?

—Gazik cephesini de Şeyh Şerif'e vermiştim. Palu'ya kadar gidebilirsin dedim. Melekanlı Şeyh Abdullah'ı Gırvas ve Muş ceplerine tayin ettim. Şeyh Hasan'ı da Kiğı cephesine verdim. Şeyh Hasan burada yoktur. Kumandanlar; ağalar, muhtarlar, aşiret mensuplarıydı. Benim düzenli ordum yoktu.

—Diyarbakır'ı alma amacınız ne idi?

—Rızkımız, nasibimiz, o tarafa gelmişti. Diyarbakır'ı aldıktan sonra ileri gelenlerle toplanıp, hükümetle müzakere yapacaktık.

—İsyandan önce hükümete başvursaydınız ya!

—Vaktimiz olmadı.

—Hükümet taleplerinizi kabul etseydi ne olurdu?

—Günahtan kurtulurduk. Evimizde otururduk. Hükümet isteklerimizi kabul etseydi, hicret isterdik. Hicret izni vermeseydi, günah bizden gider. Otururduk.

—Bir mektubunuzda 'fetih' kelimesini kullanıyorsunuz. Anlamı ne bunun?

—Her neresi alınırsa, fetih deriz…

—Fetihten sonra bağımsız bir Kürdistan krallığı ilan edecektiniz, öyle mi?

—Krallık bizim niyetimizde yoktu. Şeriat kurallarını uygulama idi. Ben ne başkanlık kabul ederdim, ne de elimden gelirdi.

—Buradaki bildiriyi biliyor musunuz?

—Ondan haberim yok. Kim yazmış bilmiyorum.

—Diyarbakır'dan sonra hükümet tekliflerinizi kabul etmeseydi, çekip gidecektiniz, öyle mi?

—Sonucun nasıl olacağını düşünmedim. Milletvekillerinin büyük kısmı dindardır. İsteklerimizi kabul eder, medreseleri açarlar dedik.

—Türkiye Cumhuriyeti askerleri, Müslüman askerleri bizi mahvederler diye düşünmediniz mi? Bu kuvveti size veren nedir?

—Kanıtımız yoktu. Bu kadar askerin hızla gönderilebileceğini sanmıyorduk.

—Sonra anladınız, öyle mi?

—Beli, şimdi anladım.

—Bu isyanın esası nedir?

—Esasını kime atfedeyim?

—Lice'ye yazdığınız mektuba göre önceden düşünmüşsünüz.

—O yazı benim değildir. İmza da benim değildir. O ifade zaten benim değildir.

—İsyana ben karar verdim, dediniz. Bu havalide sizi tanıyan kimse olmadığına göre, nasıl Diyarbakır'a hücum ettiniz? Herhalde bunlar önceden düşünülmüş, karar verilmiş şeyler…

—O olay oldu. Ben önce vardım. Allahuteala'nın kaderi oldu. Ben içinde idim. Eğer düşünülmüş, planlanmış bir şey varsa zaten biliniyor.

—İsyan ettiğin zaman, Türk askerlerini Müslüman askeri olarak mı gördün, yoksa kâfir askeri mi?

—Müslüman askeri olarak telakki ettim.

—İslam içinde sizden bilgin yok mu? Varsa neden sadece siz düşünüyorsunuz?

—Âlim elbette çoktur.

—Bunlar yapılmıyorsa, onlar neden talep etmiyorlar?

—Ne kadar ehli şeriat varsa hepsi talep ediyor. Fakat canından, malından korkuyorlar.

—Bunların içinde âlimi ve cesuru sen misin?

—En âlimi ben değilim, fakat tehlikeye atılan benim.

—Memleketinizden hangi ayda çıktınız?

—Kanuni Evvel'de (Aralık) çıktım.

—Sizin durumunuzda olan (yaşlı) biri, kışın en şiddetli zamanında çıkar mı?

—Günde üç saatten fazla gitmiyorduk. Yerler müsaitti. Odun, ateş çoktu.

—İlkbahar, yazın ya da sonbaharda çıksaydınız, sizin için daha iyi olmaz mıydı?

—Yazın, ziraat ve ticaretle meşgulüz. Kışın iş yok.

—İsyana kadar ne kadar zaman geçti?

—İki aydan fazla zaman geçti.

—İsyandan iki ay önce çıkıyor, sonra isyan ediyorsunuz?

—Evet, fikrimde vardı. Patlatmak niyetimizde yoktu. Fakat patladı.

—Oğlunuz Halep'ten geçiyor…

—Ticaret için Halep'e gitmişti. Parasını İstanbul'a poliçe vermişlerdi. İstanbul'a gitti, parasını aldı.

—Halep ve İstanbul'a ticaret için gitti. Oralarda bazı kimselerle görüştü. Size söyledi. Sizde ayaklandınız…

—O geldiğinde ben çıkmıştım. Şuşar'da buluştuk. İsyandan kırk gün önceydi.

—Diyarbakır'a neden hücum edildi, cephane çok olduğu için, bilhassa cephane almak için buraya gitmek istedik.

—Diyarbakır'a girmeyi başaramadınız. Ondan sonra ne gibi harekâtlarda bulundunuz?

—Çapakçur'a Darahini'ye geldik. Licelilerin karşılamaya geldiklerini gördüm. Lice'ye gitmeye niyetim yoktu. Ondan sonra Kürtlere izin verdim. Evlerine gönderdim. Eğil'e gittim. Maden ve Ergani'nin işgalini orada duydum.

—Türklerle neden ilişki kurmuyordunuz?

—Eğil, Ergani taraflarında Türkleri de davet ettim. Dinimize çalışalım dedim.

—Sizinle beraber isyan ettiler mi?

—Tutan tutuyor, tutmayan tutmuyordu.

—Ergani'de kimler vardı?

—Şevket Efendi, Hamit Ağa, Hacı Hüsnü Efendi vardı.

—Bunlar Türk mü, Kürt mü?

—Türktürler, onlar da katıldılar.

—Kürt Teali Cemiyeti'nden haberiniz olmadığını söylediniz. Bitlisli Yusuf Ziya Bey geldiği zaman ne görüştünüz?

—Yusuf Ziya'yı tanırım. Bana gelmişti. Ramazanda idi. Bitlisli Haydar Efendi, Yusuf Ziya Bey'in Muşlu Reşit Bey'le ziyarete geldiğini söyledi. Kendisinden ders okumuştum. Birkaç saat kaldılar. Çay içip gittiler. Baharda Hınıs'a gelmişti. Benim köyüme geldi. Orada meseleyi açtı. 'Bir Kürdistan kurmak üzereyiz' dedi. Muhaldir dedim. Fikrim bunu kabul edemiyordu.”

ŞEYH SAİD’İN SON SAVUNMASI
Heyet-i Âliye-i Adliye-i İstiklaliyemize son maruzatımdır: Havalimiz ahalisi ilim, fen ve yeniliklerinden habersiz olduklarından din akideleri, fıkıh ve hadisten başkasını bilmez. Medreselerin, meşihatın, din mahkemelerinin, içki yasağı kanununun kaldırılması, nikâhta boşanma hükümlerinin değiştirileceğine dair şayialar çıkması bura halkının kalbinde teessürler uyandırmıştı. Sebilürreşad gibi gazetelerde böyle havadislerle ammenin fikirlerini bozuyorlardı. Piran hadisesi çıkınca her taraftan Kürtler galeyana, heyecana geldiler. Önünü alamadım. Hadisenin gidişine olduktan sonra tabi oldum. Civarımızdaki bazı şeyhlere, beylere, muhtarlara mektup yazdımsa da sonra kanaat ettim ki, kâğıtlarımın zerre kadar tesiri olmadı. Herkes kendi keyfine göre tek başına hareket ediyordu. Çünkü kâğıt gönderdiğim şahıslardan bazısı itaat etmiyordu. Haber vermediğim aşiretler koşa koşa gelip iştirak ettiler.Ben bu hareketin ne önündeyim, ne de arkasındayım. Herkes gibi içindeyim. Binnefs kumanda etmedim. Harbi ne uzaktan, ne de yakından görmedim. Aşiretler kendi akıllarıyla hareket ediyorlardı. Kimse kimsenin sözüyle hareket etmiyordu. Benim hizmetim ahaliye zulmetmemek, esirlere iyi muamele etmek, vaaz ve nasihatte bulunmaktı. İyi ahlaklılar zulmetmiyorlardı. Geriye kalanlar da zaten sözümü dinlemiyorlardı. Bizim hadiseye katılmaktan maksadımız din hükümlerinin tatbikini rica yolu ile hükümete arz etmekti. Zannımız buydu. İnşallah kabul buyurulur. Zira onlarda bizim gibi, hatta daha fazla Müslümandırlar. Din ehlidirler. Hatta Teşkilat-ı Esâsiyye Kanunu içerisinde “Türkiye Cumhuriyetinin dini İslam’dır” diye yazılıdır. Din hükümlerinin yerine getirilmesi de yazılıdır. Maksadımız da ancak buydu. Elhamdülillah Türkiye’nin ricali dindardır.
KARAR
Dava ve dosya evraklarının incelenmesinden sonra 28 Haziran 1925 tarihinde Şeyh Sait ile birlikte 49 kişinin idamına karar verilmiştir. Ertesi günün sabahında kararların infazına geçilmiş, darağacına getirilen Şeyh Sait son söz olarak “Benim ölümüm Allah ve din için ise darağacında asılmama perva etmem.” demiştir.
SONUÇ
Toplamda 49 yargıcın görev yaptığı İstiklal Mahkemelerinde, bu yargıçlardan sadece on iki tanesinin hukuk eğitimi almış olması ve bunların mebuslardan seçilmesi, bizatihi yargılama olgusuna aykırı bir durumdur. Çünkü bir yargılamadan bahsedebilmek için tarafsız ve bağımsız bir hâkimin varlığı ön şarttır. Ancak istiklal Mahkemelerinde görev yapan yargıçların tarafsız ve bağımsız olduklarını söylemek çok güçtür; çünkü yargıçlar mevcut iktidar tarafından seçilmiş, mahkemelere M. Kemal birçok defa doğrudan talimat vermiştir. Yargıçların seçilmesi esnasında liyakat ilkesi göz ardı edilmiştir. Ayrıca hâkimin önceden belirlenmiş hukuk kurallarını önündeki somut olaya uygulayabilecek usuli ve maddi hukuka ilişkin yeterli bilgiye sahip olması gerekirken, görev yapan 37 hâkim hukuk eğitimi almadan yargıçlığa kuşandırılmıştır.  İstiklal Mahkemelerinde delile ihtiyaç hissedilmemiş, yargıçların vicdani kanaatlerine göre karar verilmiş, verilen kararlara karşı itiraz veya temyiz yoluyla bir denetim usulü öngörülmemiştir. Hatta yargıçlar kendi iradelerini, kanunların bile üstünde görmüşlerdir. Bu mahkemelerde görev yapan Lütfi Müfit’in “Bizim muayyen millî gayemiz vardır. Ona varmak için ara sıra kanunun üstüne de çıkarız.” Sözleri bu gerçeği ortaya koyması bakımından önemlidir.  İstiklal Mahkemeleri ile ilgili belgelere, mahkeme tutanaklarına, mahkeme üyelerinin anılarına ve mahkemeler hakkında yazılan eserlere bakıldığında çok açık olarak görülecektir ki, bu mahkemeler adaletli bir muhakeme amacı gütmemiştir. Yeni kurulmuş olan “Cumhuriyet Rejimini” korumak adına on binlerce insan yargılanmış ve binlerce masum insan idam cezasına çarptırılmıştır. Mustafa Kemal’in Meclis’te yaptığı bir konuşma sırasında:  “Sayın Arkadaşlar! Türk ihtilalinin kararı, batı medeniyetini kayıtsız, şartsız kendine mal etmek, benimsemektir. Bu karar o kadar kesin bir azme dayanmaktadır ki; önüne çıkacaklar, demirle, ateşle yok edilmeye mahkûmdurlar…”  Söylediği bu sözler Cumhuriyet Rejimi’nin manifestosu niteliğindedir. İnkılâp kanunlarına muhalefet edenler, olağanüstü bir muhakeme usulü benimseyen İstiklal Mahkemeleri aracılığıyla derdest edilmiştir. Dolayısıyla İstiklal Mahkemeleri, yakın tarihin en beylik kurumlarından biri olarak, tarih sayfalarında yerini almıştır.

ÖNEMLİ NOT: "İngiliz ajanı" iftirası ile ilgili olarak gerek mahkeme tutanaklarında gerekse Nutuk'ta bir tek kelime bile yokken bu iftira çok ağırdır.
 
 KAYNAKLAR:

1.  Avni Doğan, Kurtuluş, Kuruluş ve Sonr a sı , s. 174. 54 

2. Muharrem Balcı, “Tanzimat’tan Ulusal Programa Yeniden Yapılanmanın Hukuki Gelişim Süreci”, Birikimler I S 30

3. İstiklal Mahkemeleri ve Şeyh Sait Davası Orhan GÖKÇE http://www.muharrembalci.com/hukukdunyasi/makaleler/birikimlerIV/161.pdf

4. http://www.tevhidhaber.com/seyh-saidin-yargilanmasi-ve-mehkeme-ifadesi-78413h.htm