Kararlaştırdığımız 9.30 hızlı trenine son anda, önündeki vagona görevlinin uyarısı ile atlayıveren arkadaşım, ilk istasyonda benim bulunduğum ilk vagona soluk soluğa geldi. Oturdu yanıma.
İlk anda, bir gün öncesinden hazırlığa başlayan ben için oldukça umursamazdı içim. Fakat anlatmaya başlayınca ve ben de önyargısız dinleyince, nasıl da empati kurdum. Aynı ben.
Bir gün önceden ayarlamış kıyafetlerini aslında o da. Fakat son anda bütünün bir parçasında değişiklik yapmaya kalkmış. Arkasından yaşımız gereği konfor arayışı girmiş işin içine. Derken parçalar birbiriyle renk uyumu içinde değil, şöyle mi böyle mi, bir de bakmış geç kalıyor. Solmuş, buruşuk bir bez torbanın içine tıkmış bir çift ayakkabıyı. Apar topar atmış kendini sokağa. Torbaya tıkılan ayakkabının tozunu benim yanımda alırken, biraz da mahcup; “ Hâlbuki güzel bez torbalarım vardı. İşte fırsat kalmadı arayıp bulmaya.” diye de açıklama yaptı.
Ne kadar da benden bir parça anlattıkları. Bir de benim üzerine koyduklarım zihinsel olarak. Derken oldu kafam, gönlüm davul gibi. Şişti, şişti…
Bir bardak çayını bile oturarak içemeyen ben, kendimden yola çıkarak bir kez daha yorgunluğumuza temas ettim. Bu “ bir kez “ler son nefesime kadar sürecek bende. Kabullendim. Bir de kılıf buldum kendime; “ Ne de olsa hız çağındayız. Zaman sana uymaz kızım, sen zamana uy! “ diyerek gittikçe hızlanıyor ivme.Yolun sonu nere?