İnsan en yüksek duygu ve düşüncelerle donanmış, çeşitli faziletlerle dirayetli ebedi hayata sevdalı bir varlıktır. En sefil, en vahşi, en canavar görünümlü insanın ruhunda dahi ölümsüzlük, güzellilik duygu ve düşüncesi,  fazilet aşkı ve sevdasından yoğunlaşıp Ummanlara dönmektedir. İnsanın öyle bir yaşamı vardır ki; doğru/yanlış, güzel/çirkin, uysal/vahşi gibi olumlu/olumsuz erdemlerin yaşayabilmesi için, kendisine bahşedilen bu hünerlerin zamanla geliştirilip ortaya çıkmasına bağlıdır.

İnsanın sonu toprak olan, yaşantısı fani olan cismani cesedinde insanlığı aramayıp ebedi hayata hayranlık duyan, sonunda Hâkim-i Mutlaka dönecek olan ruhunda aramalıdır. Bu yüzden ruhu bir tarafa bırakarak, ya da ihmal ederek, sadece insan bedeniyle ele alındığı zaman içerisinde, hiçbir zaman doyuma ulaşamamış, sürekli paranın, malın, mülkün, mevki ve makamın esiri olmuş, kendisine acı, ızdırap veren ruhunu tatmin edememiştir. Belki hiç tatmin de edemeyecektir.

Fani dünyada en mutlu ve mesut insan, aklın ve vicdanının sesine kulak vererek, şeytan-i nefsine, şehvetine kulak tıkayarak, ötelere ulaşmanın aşkı ve sevdasıyla kavuşma arzusunda olandır. Cismani bedenlerinin sınırlı olan daracık ve boğucu dünyasında ömürlerini heba edenler, heva ve hevesleri içerisinde saraylarda da yaşasalar, mevki, makamları da olsa, para içerisinde de yüzseler asla mutlu olamazlar, sürekli zindanda sayılırlar. Sürekli bir boşlukta yol alıp dururlar.

Her insanın birinci vazifesi kendini tanıması ile kendisine bahşedilen ve bu vesileyle canlıların en şereflisi haline getiren yaratıcı olan Hâkim-i Mutlak’a yönelmesidir. Yaradılış hikmeti olan insan gayesini bilmesi gerekir.

Kendisine verilen sırları keşfedemeyerek kudreti sonsuz yaratıcıyla münasebet kuramayan zavallı bahtsızlar, içlerinde ve sırtlarında nasıl bir hazineye sahip olduklarını ve taşıdıklarını bilemeyen hamallar gibi fani dünyadan ebedi dünyaya sermayesiz ve katıksız göçüp giderler. Topladıkları her şey kendilerine yük olur.

İmtihanını veremeyip sınıfta kalan talebeler gibi, mahzun ve mahcupturlar. Başları önde, aczi yet içinde olurlar.

İnsan mevcudiyetinde aciz bir varlıktır. Ancak Kudret-i Sonsuz olan Âlem-i Mutlak’a sırtını dayaması sayesinde kendisine bahşedilenlere fevkalade bir sahiplik gösterdiği görülmektedir. Böyle bir ilahi güç sayesindedir ki, damla iken Ummanlara, şaki iken sultanlığa, aç iken tokluğa, mahzun iken mağrurluğa muktedir olur.

İnsan varlığı ve meydana gelen hadiselerle içli dışlı olduğu ve bütünleştiği zamanlar gönül dünyasında huzura erer ve hikmet pırıltıları meydana gelir. Yeter ki düşüncede gelişip uygulamaya konanlar, enaniyet ve inkâr derecesinde şartlanmışlık içerisinde yapılmasın.

Hakiki insanlar, diğer canlılarla arasındaki iletişimleri, kendi nesilleri ve nevilerini devam ettirmek ile vazife şuurunu sağlamış olsunlar. Ölçüsüz ve izansızca bedeni/nefsanî haz ve duygularını tatmin amacıyla yapılanların, diğer canlılarla aradaki mesafeyi daraltmış olmasın. Yoksa insan denen en mükemmel varlığın diğer canlılardan ne farkı kalır ki.

İnsan olmanın gereklerini en güzel şekilde yapmak gerekmez mi?...

Kerim BAYDAK

[email protected]