O günleri zar-zor hatırlıyorum, köyde kar yağdığı zaman; hem en sevdiğimiz, hem de sevmediğimiz zaman dilimleri olurdu.
Kar yağdığı sürece, sıkıntı yoktu, soğuk olmazdı, üşümezdik, büyüklerimizden fırça da yemezdik, zevkimize, gönlümüze göre, içimizden nasıl gelirse öyle oyunlar oynardık. Kimi zaman kendi kendimize, kimi zaman arkadaşlarımızla, kimi zaman büyüklerimizle, kimi zaman da mevcut küçükbaş hayvanlarımızla, özellikle oğlak, kuzu, kedi ve köpeklerimizle zamanı değerlendirirdik. Yine de oyunlarımız kısıtlı olurdu. Yaz, bahar oyunları gibi olmazdı.
Esas sorun, problem, sıkıntı, çile ve yorgunluk, yoğunluk, kar yağdıktan sonra başlardı. Hele kar yağdıktan sonra, üstüne bir de rüzgâr gelmişse; dışarı çıkılamadığı gibi, içeride de hem bizler, hem de küçük ve büyük baş hayvanlarımız için, hayli zor bir süreç başlardı. Her kar yağışının ardından, illa ki beklenmeyen, istenmeyen, istenilmeyen hadiseler olurdu. Zaman bol olmasına rağmen, kısıtlı imkânlarla, kısıtlı bir mekân içerisinde, ihtiyaçlarımızı gidermeye çalışırdık.
Eve kapandığımız zamanlarda, zaman geçmek bilmezdi. Hangi işle, ne kadar uğraşabilirsiniz ki? Her iş, hemen bitiyor; ama zaman asla ve hiç bitmiyordu. Modern ismiyle “şömine”, eski ismiyle “tıfık” veya “argın” diye anılan ateşin yakıldığı ocağın başında toplanırdık; gâh büyüklerimizin anlattığı hikâyeleri, masalları ve menkıbeleri dinlerdik, gâh yazın kurutulan, elma, armut, üzüm, ceviz, tut, incir gibi yemişler yiyerek zaman geçirirdik, gâh bol olan Üzüm pekmezimizle kar’ı karıştırarak, karlambaç yapardık. Tabi bunlar sadece akşamları yaptıklarımızdı.
Sabah kalktığımızda, ilk işimiz, hayvanların yemini vermekti. Bu da öyle dışarı çıkarak yapılmazdı. Evden, hayvanların kaldığı yere bir koridordan gidilirdi, yemlenip dönülürdü. İki katlı evlerin içinden alt kata inen tahta olan derme çatma merdivenlerle gidilenler de vardı. Bazen ormanlık alana giderek, yazın ağaçların yapraklarından yapılmış “yığma” diye tabir edilen ağaçlardan kuru yapraklar getirir ve hayvanlara yedirirdik. Köyün gençleri, topluca köy dışına çıkarak, tavşan avına katılırdı, daha büyükleri keklik avına çıkardı. Köyün en dik yamaçlı yerine giderek, o an ki malzemelerle kaydırak yapar ve kayardık. Evin damları toprak olduğundan, damlama ve nem yapmasın diye, çoğu zaman kar küreleme işini çocuklar yapardı, hem de zevkle ve isteyerek… Evin önüne yığılan kar’ın içinden tüneller yapar, koridordan geçerek, evden dışarı ve dışarıdan eve giderdik.
Misafirliğe gelen komşularımızın sohbetlerini, can kulağıyla dinlerdik. Arada ilgimizi çeken konularda sorular sorar, cevaplar alırdık. Erkeklerin kaldığı odadan, kadınların kaldığı odalar arasında mekik dokurduk, Hele sofraların kurulmasından, çayların dağıtılmasına, kuruyemişlerin getir götür işlerinin vazgeçilmezleri bizlerdik. Haremlik, selamlık yoktu, ama yine de işlerin yapılması konusunda kadınlar ayrı, erkekler ayrı odalarda kalırdı Belki öyle daha rahat ediliyordu ya da ataerkil aile olmasından kaynaklanıyor olabilirdi, bilemiyorum.
Soğuk ve uzun kış geceleri, bitmek bilmezdi. Oyunlar oynardık, birbirimize sataşırdık, kuruyemişler yerdik, o günün şartlarında kendimizce birtakım yarışmalar yapardık; ama yine geceler bitmek, sabah olmak bilmezdi. Karlı gün ve gecelerin en sevdiğimiz oyunlarından biri, gelin-damat oyunlarıydı. Aynı yaştaki çocuklar, bir evde toplanırdık. Birimiz büyüklerimizin elbisesini giyer, güya gelin olurduk, birimiz de babalarımızın elbisesini giyer, damat olurduk. Tabi geline fistan, tülbent, yazma vs, damada şapka ve bıyık bazen de sakal takmak/yapmak vazgeçilmezlerimizdi. Önde gelin-damat, ardında diğer çocuklar, sanırım metrelerce kar’a bata-çıka ilerleyerek, köyün evleri tek tek ziyaret edilirdi. Evlerin kapısı çalınır, yiyecek bir şeyler istenirdi. Evden çıkanlar, “gelin damat oynamazsa bir şey vermeyiz!” diyerek, topluca çocukları oynatırlar ve eksik olan yiyecekten, evlerinde/ellerinde ne varsa verirlerdi. Yeterince toplandığın kanaat getirilince, belirlen bir evde toplanılırdı. Büyük ablalarımızdan biri, toplanmış malzemelerle yaptığı yemeklerden yenilir ve ardından kuruyemişler tüketilerek, belki sabah edilirdi. Anne babalarımız, bizi merak etmezler, bilirlerdi ki herkes aynı durumdadır ve güvendedir.
Büyükler de ayrı bir evde toplanır, yumurta, keklik, tavşan veya davar etinden çiğköfteler yoğururlardı. Kar’lar eridikçe, kimi zaman sıkıntı verir, kimi zaman çile ve cefa çekilmesine sebep olurdu.
Her şeye rağmen, insanların keyifleri ve neşeleri yerindeydi, yüreklerinde dağlar kadar sevgi, merhamet ve acıma hissi vardı. Kimse kimseyi kırmazdı, kötülemezdi, vurmazdı. Maddi durumları iyi olmasa da, teknoloji bu kadar ileri düzeyde olmasa da ( bir radyo her şeye yetiyordu), hallerinden memnunlardı, yaşamlarında mutluydular.
Bazen o günleri özlemle anmıyor değilim. “Keşke mümkün olsa da o günlere bir anlığına dönseydik/dönebilseydik, kısa süreliğine de olsa,” diye, zaman zaman da iç geçirmiyor değilim hani!
Kar, kimi zaman bazıları için eğlence olur, kimi zaman işkence olur.
Kar, kimi zaman bazıları için esaret olur, kimi zaman cesaret olur.
Kar, kimi zaman bazıları için tatil olur, kimi zaman katil olur.
Kar, kimi zaman bazıları için bolluk, bereket olur, kimi zaman sıkıntı, stres olur.
Kar, sıkıntı verdiği kadar, huzur, mutluluk ve sevinç vesilesi de olabiliyor. Nasıl ve hangi şartlarda baktığınıza bağlı olarak değişiklik arz edebilir. Ne olursa olsun, kar bolluktur, berekettir, yaşamın devamı için vazgeçilmezler arasındadır.
Kerim BAYDAK
kbaydak61-artan@hotmail.com