Konteyner Kentte Yaşam ve Zorluklar: Çocuklu Kadınların Mücadelesi

6 Şubat 2023’te Türkiye’nin güneydoğusunda meydana gelen 7,7 ve 7,6 şiddetindeki iki büyük deprem doğa olaylarının ne denli yıkıcı sonuçlarla felakete dönüşebileceğini bizlere gösterdi.

Abone Ol

Bu depremler, Türkiye’nin depremle mücadelede mevcut stratejilerini, inşaat normlarını ve acil durum hazırlıklarını yeniden gözden geçirme gereğini doğurdu. Ayrıca afet yönetimi, kentsel dayanıklılık ve sürdürülebilir kalkınma konularında daha güçlü politikaların benimsenmesi gerektiğini ortaya koydu. Çünkü 6 Şubat depremleri, yalnızca anlık bir doğa olayı değil uzun yıllar sürecek bir iyileşme sürecini gerektiren bir toplumsal travma olarak Türkiye tarihine geçti.

Depremlerin ardından on binlerce insan hayatını kaybetti ve bir o kadar kişi de yaralandı. Binlerce bina enkaza dönüştü ya da ağır hasar gördü. Depremler sonrası yüz binlerce insan evsiz kaldı. Evini, işyerini kaybeden pek çok insan bölge dışına göç etmek zorunda kaldı. Bölgede kalanların acil barınma ihtiyacı için çadır kentler ve konteyner kentler oluşturuldu ancak barınma ihtiyacı uzun süre devam etti. Depremlerin üzerinden yaklaşık iki sene geçmesine rağmen bitmeyen konutlar, mevcut ve biten konutlara geçemeyen hâlâ konteyner kentlerde yaşamaya devam eden insanlar var.

Konteyner kentlerde yaşayıp sorunları yeterince gündeme gelmeyen ve görünmeyen gruplardan birisi, depremzede kadınlar ve çocuklardır. Depremin yıkıcı etkilerine maruz kalmış olan bu kadınlar, özellikle küçük çocuklarıyla birlikte yaşadıkları konteyner ortamında çeşitli zorluklarla başa çıkmak zorunda kalıyorlar. Adıyaman’daki üç ayrı konteyner kentte yaşayan, yaşları 20-40 arasında değişen ve en az bir çocuğa sahip on kadınla yapılan derinlemesine görüşmeler, benzer travmalar, psikolojik sıkıntılar ve yaşam mücadelesini gözler önüne seriyor. Depremi bizzat yaşayan kadınlar, travmanın izlerini taşırken diğerleri eşlerinin tayinleri nedeniyle enkaza dönmüş bir kentte yeni bir başlangıç yapmak zorunda kalmış ancak bu süreçte karşılaştıkları zorluklar, onları belirsizlik ve güvensizlik içinde bırakmıştır. Her birisi, yalnızca fiziksel değil, duygusal ve sosyal anlamda da yeniden inşa edilmesi gereken bir yaşam arayışındadır.

Büyük Bir Evin İçerisinde Ayrı Odalarda Yaşıyor Gibiyiz……

  • Psikolojik Sıkıntılar: Deprem sonrası kadınlar ve çocuklar, yüksek binalara karşı duydukları korkunun yanı sıra bulundukları konteyner kentlerdeki psikolojik baskılar nedeniyle de sıkışmış hissediyorlar. Yapılan görüşmelerde, hasar gören binaların sağlamlığına olan güvensizlikleri ön plana çıkıyor. Kadınlar, yeni inşa edilen konutlara geçiş yapmakta tereddüt ediyor; bu durum, güvenli bir yaşam alanı bulma arayışlarını zorlaştırıyor. Bu korku ve güvensizlik, sadece fiziksel bir tehdit algısıyla değil, aynı zamanda travmanın kalıcı etkileriyle de bağlantılı. Depremin yarattığı psikolojik yükler, kadınların yeniden normal bir yaşam sürmelerini engelliyor. Bu durum, afet sonrası rehabilitasyon süreçlerinin önemini ortaya koyuyor; güvenli, dayanıklı ve huzurlu yaşam alanları sağlamak hem fiziksel hem de psikolojik iyileşme açısından kritik bir öneme sahiptir. Kadınların ihtiyaçlarına yönelik destek programları ve toplumsal dayanışma, bu sürecin önemli bir parçası olmalıdır. Nitekim kadınların neredeyse tamamı depremin yaşandığı günü takip eden günlerde kendilerine sunulan psiko-sosyal destek mekanizmalarının ortadan kalktığını ve bu hizmete çok ihtiyaç duyduklarını belirttiler.
  • Güvenlik Endişesi: Konteyner kentte yaşayan 20-40 yaş arası kadınlar, kendilerini yaşadıkları alanlarda güvende hissetmediklerini vurgularken, güvenlik zafiyetlerinin günlük yaşamlarını nasıl olumsuz etkilediğini ifade ediyorlar. Giriş kapılarındaki güvenlik görevlilerinin eksikliği denetim eksikliği yaratırken bir oda ve bir mutfaktan oluşan konteynerlerin kapılarının bitişik ve sürekli açık olması, özel alanlarının olmadığını hissettiriyor. Küçük çocukları olan kadınlar, çocukların özel alan kavramına sahip olmamalarının ve her açık gördükleri kapıdan içeri girmelerinin, onları kontrol etmeyi zorlaştırdığını dile getiriyor. Bu durum hem fiziksel hem de psikolojik bir tehdit oluştururken, kadınların yaşadığı güvensizlik duygusunu derinleştiriyor. Konteyner kentlerin sağladığı geçici barınma, kalıcı güvenlik ve huzur arayışlarını daha da karmaşık hale getiriyor.
  • Mahremiyetten Yoksunluk: Konteyner kentlerin yol kenarlarına kurulmuş olması, kadınların günlük yaşamlarını olumsuz etkileyen en büyük problemlerden birisidir. Yoldan geçen kişilerin sürekli görüş açısı içinde olmaları, kadınların evlerinde rahat hareket edememelerine ve sürekli gözetlenme korkusu yaşamalarına neden oluyor. Bu durum, perdelerini sürekli kapalı tutma ihtiyacını doğururken özellikle kız çocukları olan annelerin bu kaygıyı daha derin bir şekilde hissettikleri gözlemleniyor. Diğer yandan, ortak çamaşırhanelerde yaşanan sorunlar da kaygıları artırıyor. Çamaşırhaneler belirli bir sıraya tabi olsa da bazı kişiler beklemeden diğerlerinin özel eşyalarına müdahale edebiliyor. Hırsızlık vakalarının da dönem dönem yaşandığı bu alanlarda kadınlar, özel eşyalarının çalındığını bildiriyor. Bu olumsuz deneyimler, konteyner kentlerdeki yaşamın güvenliğini daha da sorgulatırken kadınların psikolojik ve sosyal huzurunu tehdit eden unsurlar olarak ön plana çıkıyor.
  • İklim Koşulları: Adıyaman iklim koşulları dikkate alındığında özellikle yaz aylarında sıcaklığın 50 °C’lere dayandığı bir kent. Yaz aylarında aşırı sıcaklar, metal yapının etkisiyle iç mekân sıcaklığını daha da artırıyor. Yaz aylarında yaşanan elektrik kesintileri ise hem serinleme hem de günlük yaşam açısından büyük sorunlar yaratıyor. Kadınların kış aylarındaki zorlukları, aşırı yağışlar ve su baskınlarıyla daha da artıyor; bu durum hem fiziksel hem de psikolojik açıdan büyük bir yük getiriyor. Yazları elektrik kesintileri nedeniyle konteynerlerin içinde uyuyamamak ve kışları su baskınları gibi olumsuz deneyimler, kadınlar için kaygı verici hale gelmiş. “Kışın gelmesini istemiyoruz” ifadesi, aslında yaşadıkları olumsuz deneyimlerin ve belirsizliklerin ne kadar derin olduğunu gösteriyor. Bu tür iklim koşullarında, konteyner kentlerin tasarımı ve yönetimi, insanlara daha güvenli ve yaşanabilir alanlar sunmak için gözden geçirilmelidir. Geçici barınma çözümlerinin uzun vadeli etkileri dikkate alınarak, dayanıklı ve sürdürülebilir yapılar oluşturulması büyük önem taşımaktadır.
  • Sağlık Sorunları: Konteyner evlerde ikamet eden kadınlar, özellikle kış aylarında elektrik kesintileri nedeniyle yaşanan ısınma probleminden kaynaklı, çocuklarının grip, soğuk algınlığı, astım, bronşit gibi sağlık sorunları yaşamasına yol açtığını ifade ediyor. Ayrıca, bir dönem musluklardan tuzlu, klorlu ve çamurlu su aktığını belirten bu kadınlar, bu durumun çocuklarında 1 ila 2 hafta süren ishal ve kusma gibi ciddi sağlık sorunlarına neden olduğunu aktarıyor. Bu olumsuz koşullar, yalnızca fiziksel sağlığı değil aynı zamanda ailelerin psikolojik dayanıklılığını da zorlayarak deprem sonrası yaşamın getirdiği ek zorlukları derinleştiriyor. Temiz suya erişim ve güvenli ısınma gibi temel ihtiyaçların karşılanamaması, kadınların ve çocukların sağlık durumunu tehdit eden önemli bir sorun haline geliyor. Kadınlar kıyafetlerini toplu yıkamaktan kaynaklı olarak bir dönem uyuz hastalığına yakalandıklarını da belirtmişler. Diğer bir sorun ise konteynerlerin önüne uzun süre çöp bırakan insanların varlığı… Bu çöpler, fare, akrep, yılan ve böcek gibi zararlı hayvanların konteyner kentlere girmesine neden oluyor. Tüm bu faktörler, deprem sonrası yaşamın zorluklarını artırarak kadınların ve çocukların güvenli bir yaşam arayışlarını daha da karmaşık hale getiriyor.
  • Toplum Baskısı: Konteyner kentlerde yaşayan kadınlar, toplum baskısının günlük yaşamlarına nasıl etki ettiğinden yakınıyor. Birçoğu, istedikleri gibi giyinememekten şikâyetçi ve bu durum, özgüvenlerini zedelerken kendilerini kısıtlanmış hissetmelerine yol açıyor. Zaman zaman eşlerinin bile toplum baskısı nedeniyle giyimlerine müdahale ettiğini belirtiyorlar; bu, aile içindeki dinamikleri bile olumsuz etkiliyor. Kadınlar, başkalarının sözlerinin kendi tutumlarını değiştirdiğini ve bu nedenle kendilerini sürekli bir yargı altında hissettiklerini ifade ediyor. Ayrıca, kadınların birbirleri üzerinde kalıp yargılar nedeniyle baskı kurduğuna dikkat çekiyorlar. Toplumun normlarına uymayan kadınlar, diğer kadınlar tarafından sosyal dışlanma veya eleştirilme korkusuyla karşı karşıya kalıyor. Bu durum, kadınlar arasında dayanışmayı azaltırken bireylerin kendilerini ifade etme özgürlüğünü de kısıtlıyor. Sonuç olarak, konteyner kentlerdeki yaşam, sadece fiziksel zorluklarla değil aynı zamanda psikolojik baskılarla da şekilleniyor; bu da kadınların sosyal hayatlarını ve bireysel kimliklerini derinden etkiliyor.
  • Aile İçi Şiddet: Konteyner evlerde yaşayan ailelerin en büyük sorunlarından birisi, aile içi şiddetin artış göstermesidir. Deprem sonrası erkeklerin işyerlerini ve geçim kaynaklarını kaybetmeleri, kavgaların en önemli nedenlerinden birisi olarak öne çıkıyor. Kadınlar, erkeklerin çoğunun konteyner evlere gelmek istemediğini, zamanlarının büyük bir kısmını arkadaşlarıyla açık alanlarda geçirdiğini belirtiyor. Bu durum, aile içindeki bağları zayıflatırken kadının üzerindeki yükü artırıyor. Çocuklar açısından da durum pek iç açıcı değil. Deprem sonrası konteyner kentlerde yaşamaktan memnun olmadıkları ve sağlam kalan evlerinde yaşamaya devam eden arkadaşlarını kıskandıkları gözlemleniyor. Bu kıskançlık, çocukların hırçınlaşmasına ve psikolojik olarak olumsuz etkilenmelerine yol açıyor. Ayrıca, konteynerlerin çok yakın olması ve yüksek sesle yapılan konuşmalarla, sansürsüz kavgaların diğer konteynerlerde duyulması, çocukların psikolojisini daha da bozuyor. Bu koşullar, aile içindeki dinamikleri etkilerken hem fiziksel hem de duygusal sağlık üzerinde derin yaralar açıyor. Görüşme yapılan bir kadın, yan konteynerdeki ailenin eve çıkacağını öğrenen 8 yaşındaki erkek çocuğunun yaşadığı çaresizliği ve öfkeyi gözyaşları içinde anlattı. O küçük çocuk, duvarları yumruklayarak “bizim neden evimiz yok?” diye haykırıyordu; bu sorunun derinliği, yaşadığı travmanın ağırlığını bir kez daha ortaya koyuyordu. Küçük kalbi, kaybettiklerinin ve belirsizliğin yükü altında ezilirken umutsuzluğunun ve kıskançlığının yarattığı öfke patlaması, yalnızca bir evin değil, aynı zamanda bir güven duygusunun da yokluğunu simgeliyordu. Bu sahne, depremin getirdiği travmanın ve belirsizliğin çocukların ruh dünyasında açtığı derin yaraları bir kez daha gözler önüne serdi. Bir başka anne ise küçük kız çocuğunun, her gün konteynerin içinde oyalanmaya çalışırken kaybettiği evine duyduğu özlemle annesine “burası bizim evimiz değil, ne zaman eve gideceğiz?” diye sorduğunu anlattı. Bu cümle, onun masumiyetinin yanında yatan derin bir kaygıyı ve belirsizliği de gözler önüne seriyordu. Çocuğun aklındaki ev, sadece fiziksel bir mekân değil; güven, sıcaklık ve mutlulukla dolu bir yuva hayaliydi. Her “ne zaman” sorusunda, annesinin kalbinde bir ağırlık birikiyor, geleceğe dair belirsizlikle baş etmenin zorluğu artıyordu. O an, küçük çocuğun kelimeleri, depremin getirdiği kayıpların ve acının ne denli derin olduğunu anneye bir kez daha hatırlatıyordu. 

    “Konteyner kentte çocuk olmak, hayallerin dar duvarlar arasına sıkıştığı, özlemlerin her gün yeniden canlandığı bir
    dünyada yaşamak demek. Oyunlar kurarken bile çevredeki gözlerin gölgesinde, güvenli bir yuva arayışında büyümek…”

    2023 yılının soğuk şubat ayında yaşanan depremler, fiziki olarak Türkiye’nin güneydoğusunda gerçekleşse de tüm ülkede büyük bir travma yaratarak derin yaralar açtı. Bu afet, barınma ihtiyacının karşılanamaması ve insanların uzun süre konteyner kentlerde kalmak zorunda kalması gibi zorluklarla birlikte, psikolojik ve fiziksel sağlık üzerinde olumsuz etkiler yarattı. Bu durum, özellikle çocuklar için çok daha derin yaralar açmakta; onların duygusal ve sosyal gelişimlerini tehdit etmektedir. Gelecekte benzer afetlere karşı daha dayanıklı şehirler inşa etmek ve toplumsal destek mekanizmalarını güçlendirmek, bu tür felaketlerin olumsuz etkilerini azaltmak açısından oldukça önemlidir.

    Adıyaman’da konteyner kentlerde yapılan görüşmeler neticesinde, bu süreçte ailelere ve bireylere yönelik psiko-sosyal destek sağlamanın ne denli hayati olduğu anlaşılmıştır. Bu bağlamda, çocuklar için güvenli alanlar oluşturmak, grup etkinlikleri düzenlemek ve sanatsal aktivitelerle onların duygularını ifade etmelerine yardımcı olmak, iyileşme süreçlerinin başlangıcında kritik bir rol oynamaktadır. Özellikle, çocukların kendilerini ifade edebileceği yaratıcı etkinlikler düzenlemek, onların ruhsal iyilik hallerini artırabilir. Ayrıca, ailelere yönelik eğitim programları ve psikolojik destek sunmak, ebeveynlerin çocuklarıyla daha sağlıklı ilişkiler geliştirmelerine olanak tanır. Bu destek, çocukların yaşadığı zorlukları aşmalarında önemli bir rol oynarken aile dinamiklerini de güçlendirir.

    Toplum bazında dayanışmayı artırmak, bireyler arasında sosyal bağları güçlendirerek çocukların kendilerini daha güvende hissetmelerini sağlar. Bu süreçte, kadınların desteklenmesi, ailelerin ekonomik ve duygusal olarak güçlenmesine katkı sunar, toplumun genel refah seviyesini artırır. Uzun vadede, bu tür destek mekanizmaları, daha dayanıklı ve dirençli bir toplum inşa etmek için temel bir yapı taşı oluşturur.

    Devlet, konut yapımında daha hızlı davranmalı, fazla sayıda müteahhide iş vermeli ve bir başka kış konteynerlerde geçmemeli.