Geçenlerde köşe yazısında ifade ettiğimiz atık kâğıtların geri dönüşümü konusuna ilgisiz kalanÇevre ve Şehircilikİl Müdürlüğünden hiçbir “geri dönüşüm!” gelmezken Edebiyatçı Yazar Sefer Akgül öğretmen, Ağaç ve Ötesi, başlıklı aşağıdaki dört sayfalık cevabi maili göndermiş. Sağ olsun…
Anılan müdürlükten bu kez de TIK gelmezse bir vatandaş olarak dilekçe ile resmen başvuracağım ve bağlı olduğu bakanlığı da bilgilendireceğim galiba…
Bu müdürlükten cevap almak için mutlaka müteahhit mi olmak gerekiyor yoksa?
Şimdi maili birlikte okuyalım:
“İlahi Mustafa ağabey,” Pirinç tanesi” başlıklı yazınıza dair gönderdiğim mesajımı ikinci bir yazıda ana malzeme olarak kullanmış ve ikinci bir fasıl açmışsınız. Kâğıttan ağaca, ağaçtan kâğıda doğru ruh dünyamda fırtınalar estirecek bir kapıyı açtınız benim için.
Bir düşünürün güzel bir sözü vardır.”Gülün kokusu, onun ibadetidir” diye. Gerçekten de öyledir. Ağaçlar güller gibi değildir. Gül gibi, çiçek gibi narin ve estetik harikası varlıklara göre ağaç biraz daha kaba gibi durur ama onlara göre çok daha donanımlı ve kompleks varlıklardır. Ağaçlar, çiçek/ yaprak açmak, meyve vermek, oksijen üretmek başta olmak üzere yüzlerce misyonu ifa ederler. Bunların hepsi bir yana sadece gölge salarak bile ibadetlerini yaparlar. Köklerinden yapraklarına kadar hepsi Allah’ın yarattığı mucize diyebileceğimiz birer fabrika gibidirler. Her biri Allah’ın kudretini, rahmetini gösteren birer ayettirler. Tabii okuyabilenlere… Kökleri adeta Bismillah diyerek sert kayayı, taşı deler ve Hz. Musa’nın asası gibi olur. Yaprakları en sıcak kavurucu sıcaklarda bile yaş ve nemli kalır. Adeta ateşte yanmayan Hz. İbrahim a.s. mucizesinin gözle görünen bir misalini bizlere sunar. Ha Kuran’da İbrahim peygamberle, Musa peygamberle ilgili ayetleri okumuşsunuz ha ağacı, fark etmez.
Bir evin bahçesindeki, bir sokaktaki, caddedeki, bir okulun ya da caminin bitişiğinde ağaçları düşünün. Hastane önünde incir ağacını düşünün. Onların yokluğunda o ev, o sokak, o cadde, o cami veya okul ne kadar da boş ve anlamsız gelir bilir misiniz?
İnsanoğlu maddeyi ve varlıkları zaman ve mekân boyutlarıyla birlikte algılar. Zamansız ve mekânsız düşünemeyiz. Ağaç hem zamanı, hem mekânı yaşatan varlıktır. Bir ağacın kesilmesi, eksilmesi halinde hayatımızdaki zamanın ve mekânın da yok olduğunu görürüz. Evimizin avlusundaki bir ağacın kesilmesi halinde sanki evden bir ölü çıkmış, bir aile ferdini yitirmiş gibi oluruz. Öylesine hüzünlü bir boşluk…
Küçükken bir fidan, büyükken meyve veren bir ağaç sanki çocukluk ve gençlik devremizin metaforudur. İhtiyar bir ağaç ise, ihtiyarlığın ve ölümün mazmunu, simgesi olmuştur. Bizimle özdeşleşir. Birçok mekânı yanı başında ağaçla birlikte algılarız. Ve her ağacın bir kişiliği, kimliği vardır. Mesela defne ağacı Roma imparatorluğunun simgesi olmuştur. Çınar ağacı bize koca bir Osmanlı imparatorluğunu hatırlatır. Veya İstanbul’daki Selâtin camileri gibidirler. Ağaçlar içinde çınar bir Sultanahmet, bir Selimiye gibi haşmetlidir.
Ağabey sen hatırlarsın, orta yaş kuşağında olan herkes de hatırlar Ayrancı pazarında muhteşem dut ağacı vardı. Şimdi yok. Onunla beraber birçok şey de yok oldu, buhar oldu uçtu. Ona balta vuran uğursuz eller onunla beraber hepimizin dünyasına balta vurdu aslında… Eskisaray Camisi’nin avlusundaki bilmem kaç yüz yıllık çınar hoyratça, bilinçsizce budandığından neredeyse kuruyacaktı. O çınarın yokluğunda nelerin yok olduğunu göreceğiz. Allah korusun…
Küçükken dallarına çıkıp oynadığımız ağaç ana gibidir. Ağaçlar ana gibi kollarıyla bizleri sararlar. Onların dallarına sarıldığımızda annemize sarılmış gibi olurduk. Öylesine şefkatlidirler. Acımasızca taşlarız, meyvelerini koparırız, dallarını / kollarını keseriz. Ama o yinede bizlere kucağını açar her zaman… Ağaçlar bazen baba gibidirler. Dondurucu kış aylarında, soğuk, deli rüzgârlara karşı direnirler. Yaprakları dökülmüş olsa da gelecek baharı ümitle beklerler. Babalar da öyledir. Çalışıp çabalarlar bizim için. Ağaçlar ayakta ölürler ağabey. Eğer biri gövdesine balta vurmazsa. Babalar da hayat yolunda çocukları için didinip dururken ayakta ölürler. Eğer evladından, yakınından bir darbe yemezse ayakta ölürler babalar.
Bir ağaç gibi yalnız ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine diyen Nazım Hikmet, ormanı ve ağacı ne güzel anlatır.”Başım köpük köpük duman, içim dışım deniz. Gövdem şerha şerha …”Ben bin ceviz ağacıyım Gülhane parkında. Budak budak, şerha şerha ihtiyar bir ceviz… Ne sen bunun farkındasın ne polis farkında...” derken bahsettiği ceviz ağaçları olmasa acaba Gülhane parkı park olabilir miydi?
Ağaçlar şiirlerin en temel malzemesidir. Baharda çiçek açmış bir ağaç ya da ağaçlar gurubu estetik olarak birer şiir gibidirler. Yağmur yağdığında yağmur tanelerinin iplik iplik, damla damla toprağa doğru süzülmeleri de şiir gibidir. Kar manzaralarını çok daha muhteşem hale getiren unsur, ağaç dallarının kırılacakmışçasına karla kaplanması değil midir? Ağaç dallarının ve yapraklarının rüzgârlardaki takırtısı, hışırtısı ve o hışırtıya eklenen cırcır böceklerinin cırıltısı, kuş seslerinin cıvıltısı öyle bir orkestra ziyafeti çeker ki kulaklarımıza ve ruhlarımıza değme senfoni orkestraları yanında ya çok cılız veya çok gürültülü baş ağrıtan bir ses kaosu olarak kalır.
Ağaç kurtların, kuşların, börtü böceklerin de sığınağıdır. Sadece yapraklarından salgıladığı şekerimsi, yapışkan bir sıvı nice nice böceklere, sineklere ana sütü gibidir. Onlara analık ve dayelik yaparlar. Ama çoğumuz bilmeyiz bunları.
DOĞARKEN AĞAÇ, ÖLÜRKEN AĞAÇ…
Yine doğduğumuzda ağaçtan yapılmış beşikte büyütülürüz. Öldüğümüzdü ağaçtan yapılmış tabutla gömülürüz. Hayatımızın her sahnesinde ağaç yer alır. Plastik medeniyetinin talihsiz çocukları bunları bilemez. Hani Pir Sultan Abdal’ın: Nurdandır Kâbe eşiği / Cihanı tuttuğu ışığı / Hasan Hüseynin beşiği / O da yine ağaçtandır…” dediği gibi. Ağacın en ölü, en kaba hali olan kütük bile hayata anlam katar. Eskiden Adıyaman’da analarımız et kütüğünde az mı et dövdüler, ciğer doğradılar. Çul, kilim yıkarken tokaç elimizden düşmezdi. Abanoz’dan çekmeceler, ceviz’den çeyiz sandıklarının evlerimize kimlik veren, hane halkına ayırt edici kişilik katan o esrarengiz kokuları, tahta döşemelerdeki harita, kroki misal dalgalı /halkalı çizgiler çocukluğumuzun içinde hayaller kurarak dolaştığı esrarengiz labirentler unutulur mu?
Kütük demişken hatırladım. Peygamberimiz efendimiz bir gün mescidine hutbe okumak için minber yaptırmış, o güne dek üzerinde hutbe okuduğu hurma ağacı kütüğünü bir kenara koymuşlar. Bu ayrılık üzerine hurma kütüğü inim inim inleyerek hazin sesler çıkarmış ve ağlamıştır. Bunu cemaatin tümü işitip görmüş ve efendimiz o kütüğe sarılıp, cennette de beraber olacaklarını söyleyerek onu teskin etmiştir. Ancak o zaman ağlamasını kesmiştir hurma kütüğü. Kanaatimce tüm kütükler ondan geri değildir. Hepsi de kendi özel lisanıyla (own tong) hisseder, düşünür, ağlar ve görürler.
Ama ben Mustafa ağabey yıllar önce görev yaptığım bir köyde kin ve husumetten dolayı bir köylünün göz gibi bakarak büyüttüğü fidanlarının bir gecede köklerinden kesildiğini gözlerimde gördüm. Ağaç cenazelerinin halini görmeliydin… Özal döneminde teşvik furyasından yararlanmak için meyve suyu fabrikası yapacağım diye meyve fidanları dikip paraları bankadan çektikten sonra bir daha ağaçlara bakmayan hatta onları kurutan üçkâğıtçıları iyi bilirim. Erdoğan döneminde zeytin üreticiliğini teşvik için verilecek milyarları kapmak için binlerce fidan dikip sayısına göre devletten para çeken sonra da onları tek tek söküp atan ağaç katillerini bir ben değil dünya âlem biliyor. Bunların katilden ne farkları var?
Geçen gün 8.sınıfta” Toprak cansız değildir. Bir avuç toprakta milyonlarca faydalı bakteri ve organizma var. Anız yaktığınızda bu faydalı hayvanları öldürüyorsunuz.”dediğimde çocukların ağzı açık kaldı. Bunların babaları, amcaları da bilmez veya bilirler ama işlerine gelmez. Her sene onca uyarıya ve cezaya rağmen yine de anız yakılır. İnanın Adıyaman’ın çevresindeki tarlalarda yakılan anızlardan merkezdeki evimin balkonuna yüzlerce yanık saman parçaları uçuşarak geliyorlar. Ve ben bunları görünce açık söyleyeyim lanet okuyorum anız yakanlara. İntikam için orman yakanları, ekin yakanları saymıyorum daha. Feci örnek çok ağabey… Bütün bunları yapan insanlarla aynı caddede yürümekten, aynı havayı solumaktan, orada burada karşılaşmaktan nefret ediyorum. Mustafa ağabey bir düşünün… Biz, dışı insan içi canavar bu tür insanlarla bir aradayız. Peygamberimiz efendimiz “Biriniz biraz sonra kıyamet kopacağını bilse yine de elindeki fidanı diksin.” buyurmuştur. Biz ki O’na Peygamberimiz diye iman etmişiz. Müslüman olduğumuzu söylüyoruz. Sonra da orman yakmada, ağaç kesmede, yeşil alanları beton yığınlarına çevirmede dünya milletleri içinde en birinci sıraya yerleşiyoruz. İyi mi? Yakışıyor değil mi?
Mustafa ağabey söz uzadı. Kâğıt katliamını da sonra yazarım. Şimdilik kal sağlıcakla.”
Okurumuz Sefer Akgül’ün maili burada bitiyor. Bakalım Adıyaman Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğünün gelebilecek maili nasıl bitecek?