Sigara almak için çıkmıştım evden. Çakır ayaz bir hava jilet gibi kesiyordu. Ellerimi cebimde muhafaza ederken, bacaklarımın üşümemesi için hızlı yürüyordum. Markete birkaç metre kalmıştı ki, karşıdan gelen yaşlı bir amca ayaklarımın dibine yığıldı. Hemen kolundan tutup kaldırdım.
"Bir şeyin var mı amca?" dedim. Üzerini silkeledim. Elinden fırlayan poşeti yerden aldım; içinde iki ekmek vardı.
Koluna girdim, "Evin nerede? Gel ben götüreyim," dedim, tarif etti.
Kasketin siperliği altındaki alnı kırış kırış, iki haftalık sakalı ve gür bıyığı bembeyazdı. Yıpranmış lacivert şalvar ve rengi solmuş bir mont giyiliydi. Ayağındaki kara lastik ayakkabılar ile kısa adımlar atarak yürüyordu. Yaşlı adamın hâli, vicdan sahibi olanın içini acıtırdı.
Ara sıra arkadaşlar ile takıldığımız parkın tam karşısındaki eski binaya geldik. Zemin katta oturuyormuş. Kapıyı çaldım, az sonra yaşlı bir teyze açtı. Kocasının yanındaki yabancı adama dikkat kesilmişti. Teyzeye gülümseyerek selam verdim.
"Ben gideyim," sözü ağzımdan çıktığı anda yaşlı adam kolumdan tuttu.
"İçeriye gel evladım, dışarı soğuktu biraz ısın," dedi.
Rahatsız etmeyeyim babında konuşuyordum ki, bana bakan samimi gözler karşısında direnemedim. İçeriye girdim.
Kısacık bir holden salona geçtim. Camın önünde bir divan ve duvara sırtını vermiş kanepenin uçları birbirine değiyordu. Köşede kalan boşlukta küçük bir tahta masa vardı. Taban, kahverengi ince kilimler ile kapatılmış, üzerine kocaman bir halı serilmişti. Birkaç yeri darbe almış kuzine soba içeriyi sıcacık yapmıştı.
Divana oturdum, "Hoşgeldin yavrum," dedi yaşlı kadın ve mutfağa gitti. Ak bıyıklı amca yanıma oturdu.
"Sağolasın oğlum. Buraya kadar getirdin. Allah senden razı olsun."
"Senden de razı olsun amcam. Öylece yollasaydım seni içim rahat etmezdi," dedim ve o elini omzuma koyarak tekrar teşekkür etti.
Kadın, elinde bardakların ve şekerin olduğu bir tepsi ile mutfaktan geldi. Çaydanlık sobanın üzerindeydi. Elindekileri aldım yere indirdim. Çaydanlığa uzandı, "Ben doldururum teyze..." dedim ve oturmasını istedim. Çay içerken sohbet etmeye başladık.
"Çoluk çocuk yok mu?" dedim.
"Evli, iki çocuğu olan bir oğlumuz vardı. Karısı ile ırgatlık ederlerdi. Bizler fukara insanlarız evlat, hepimiz ırgattık. O da bizim kaderimizi yaşıyordu. Beraber oturuyorduk. Onlar başka şehirlere giderlerdi, biz çocuklar ile evde kalırdık," dedi ve eli ile sulanan gözlerini sildi.
Yanlış bir soru sormuştum, lakin bunun acı tazeleyeceğini bilemezdim. Ama artık çok geçti.
"Son gittikleri yerden dönmediler," cümlesi ağzından çıkarken kekeledi. "Devrilen kamyon kasasında can verdiler," dediğinde sobanın yanındaki yaşlı kadının gözlerinden yaşlar damlıyordu.
"Mekanları cennet olsun," diyebildim sadece, konuşamadım.
"Çocuklar, esirgeme yurduna alındı. Ne deyim, kendine bakmaktan aciz iki ihtiyar çocuklara nasıl baksın. Köyde kalmak istemedik. Bu şehirde oturan bir köylümüz, sağolsun bizi buraya yerleştirdi. Kaymakamlık dedi, yardım dedi, sizi aylığa yazdırım dedi ama bilmiyom... Bizde bir şey düşünecek hâl mı kaldı?" dedi ve bir süre daha anlattı. İçine attıklarını kusuyordu sanki ve ben hiç bozmadan dinliyordum.
Evden çıktım. Kapının önünde, kara lastik ayakkabılar ile bir kez daha karşılaşınca, aklıma göçük altında yaşamını yitiren madencinin babası gelmişti. Birbirini tanımayan binlerce kişinin benzer yaşamlarını düşününce içim burkuldu; hayatını kaybetmek pahasına çalışan, emeğinin karşılığını alamayan, naçar bırakılan insanlar. Dinlediklerim beni çok etkilemişti. Sigara yakmak için ceplerimi yokladım, almadığımı anımsadım. Markete doğru yollandım.
Haftasonu arkadaşlar ile güneşli günü fırsat bilip parkta buluştuk. Sohbet ediyorduk. Bir ara yaşlı amcanın binasının önüne gözüm ilişti. Ambulans ve etrafındaki kalabalığı gördüm. Meraklandım, o tarafa doğru yürüdüm. İçeriden iki ceset torbası çıkarılıyordu.
"Ne olmuş?" diye sordum.
Sağlık görevlisinin, "Zemin katta ki yaşlı karı koca sobadan zehirlenmiş," sözleri bir hançer gibi göğsüme saplandı.