Nazar Kusuru

Kararsız kaldım yazıp yazmamakta. Fakat sonra deneme türü olduğu için böyle bir zorunluluğum olmadığına kendimi ikna ettim ve başlığımı attım.

Abone Ol

Anımsadığım şey geleneksel olarak bir sanat ürünü (örneğin bir kilim ya da halı gibi) ortaya koyan kişi, bilerek bir köşesinde yanlış desenle kusur oluştururmuş ki nazar değmesin diye. Dediğim gibi bunun bir söylence olarak zihnimin bir köşesinde kalmış olması yeterli bilgi değil. Hatta mükemmeliyetçi zihnimin bir savunması bile olabilir. Ne fark eder! Zaten bu da benim yazım değil mi?

Öyleyse devam edeyim. Yazılarımda bazen istem dışı yanlışlıklar oluyor. Yani farkına çok sonra varabiliyorum. Ya da bazen gücüm ve bilgim yetmiyor. Bak diyorum Yüksek Gücün iş başında nazar değmesin diye sana kıyak geçiyor. Yani öylesine zihnime yerleşmiş ki bir de işi inanca dönüştürünce mükemmeliyetçilik benim elimi ayağımı bağlayamıyor. Yoksa yazmamak için her an bir sürü mazeret uyduruyor zihnim.

Nazar değecek korkusu bende yerleşik bir korku. Bununla ilgili değişiklikler olsa da öyle ya da böyle başvurduğum araçlar oluyor. Bunlardan biri de doğal taşlar. Şu sıralar yardım aldığım profesyonelin önerisiyle bazı yeni taşlar kullanıyorum. Bunlardan biri de nazar korkusuna iyi gelecek bir taş. Sevindim. Koruyacak beni, dedim. Bunu sesli söyleyince profesyonelden yanıt geldi;

“Ben doğal taşların enerjileriyle bedenimizin uyumlanmasından bahsediyorum,” dedi.

Bakar mısınız! Tek bir sözcük değişikliği; yani ‘korumak’ yerine ‘uyumlanmak’ nasıl büyük değişiklik yaratıyor insanın ruh dünyasında. İlki korku pompalarken diğeri güven duygusunu çağrıştırıyor. Boşuna demiyorlar ‘bir lisan bir insan’. Her öğretinin kendine has bir dili var ve bu dile hâkim oldukça birçok insanla kaynaşabiliyorum. Böylece düşman bir dünya algısından da özgürleşiyorum her geçen gün.

Güzel konuşmanın da bir sanat olduğunu düşünenlerdenim. Ayrıca daha da ileri götürüp güzel konuşmayı, dilin yaşama armağanı olduğunu düşünenlerdenim. Anlaşılacağı gibi böyle düşünenlerin varlığına tanık oluyorum. Özellikle okuduğum kitaplardan, tek tük de olsa yaşamın akışında da tanıklık ettiğim karşılaşmalar mümkün kılıyor bunu.

Güzellik kavramı göreceli tabii. Üstelik yine kendimden yola çıkarak söyleyeyim, kişinin yaşam çizgisinde bile değişikliklere uğrayabiliyor, bırakın kişiden kişiye değişmesini. Bugün için ben sadeliği ve gerçekliği (tartışılacak bir ayrıntı) de güzelliğin içine katıyorum.

Şöyle ki; ölüm benim araştırdığım fakat üzerinde konuşmaya kaçındığım bir kavram. Bazılarına ve hatta bazılarının bazı dönemlerine ait bir sürü tespitte bulunulabilir. Daha düne kadar benim için bırakın konuşulmasını, aklıma geldiğinde bile tövbe çektiğim bir kavramdı. Ölümü çağırmak gibi algılardım hakkında düşünmeyi. Yalnızca bugün için araştırılacak bir alan olarak görüyorum. Tabii bu, ölüm korkumu geçirmiyor.

Kendi ölümümün veya sevdiklerimin ölümünün kaçınılmaz olduğunu bilmek farklı şey, kabullenmek ise çok daha farklı. Dilime yansıttıklarımdan bir yaşanmışlık paylaşmak istiyorum. Oğlum Can öldüğünde samimi bir kadın arkadaşımla telefonda konuşurken ben ha bire ‘gitti’ diye bahsediyormuşum O’ndan. Arkadaşım uyarmasa farkında bile değilim. Bir ara sözümü böldü ve sordu:

“Özlen, Can nereye gitti?” dedi.

Ne cevap vereceğimi şaşırdım bir an için.

“Öldü” dedim.

“Ha işte ben de onu hatırlatmak istedim sana. Can öldü. Babam öldüğünde ben de psikiatristime ‘gitti’ dedikçe o da beni uyarmıştı. Bu şekilde söylemeye devam ederseniz onun dönebileceği gibi bir umudu beslersiniz. Bu da size acı verir,” demişti. Hatırlayalım istedim, diyerek de beni yanına davet etmişti arkadaşım.  

Ne kadar sade, yalın ve gerçek. Yalnızca bugün için de ne güzel bir ifade.

Görülmek kadar duyulmak da güzel. Bundan hareketle mitolojik bir alıntıyla devam edelim.

“Eski Yunanistan’da, bir öğüde ihtiyaç duyulduğunda, iletişim tanrısı Hermes’e adak sunmak için Achaea bölgesindeki pazar yerine gidilir, tütsüler yakılıp yağ lambası alevlendirildikten sonra meydandaki tanrı heykelinin kulağına o soru ne ise fısıldanırmış. Soru sorulduktan hemen sonra da kulaklar elle kapatılır ve kutsal alan dışına çıkana kadar o şekilde tutulurmuş. Alanın dışına adım atıldığında önce eller çekilir arkasından da duyulan ilk kelimenin Hermes tarafından verilen cevap olduğuna inanılırmış.

Hermes görülmez, Hermes duyulurmuş...”

Bu mitolojik alıntıyı eklemelerle genişletmek mümkün. Fakat bana bu kadarı yeter şimdilik. Gönlümü yanıma alarak; nazar kusurundaki görülme, ölüm korkusundaki duyulma ihtiyaçlarımla yaşamı kutsamaya devam ediyorum. Sabırla ve farkındalıkla dilimi yalınlaştırarak ölümle ilişkimi dönüştürüyorum. Çok sık kullandığımı fark ettiğim ‘geçiş yapmak’ söz öbeğimi de nazikçe burada bırakıyorum. Garanticilik karakter kusurumu devreye sokup beni ölüm sonrası beklentiye soktuğunu fark ettim. Hâlbuki cennet- cehennem bu dünyadadır inancına sahip olarak benim bu çelişkiye hizmet etmek gibi bir amacım yok.

Bildiklerim, fark ettiklerim uygulanır Olsun. Teşekkürler.