Ne Kürtçe, ne Arapça, illa da Türkçe!

Abone Ol

         Neyi, nereye kadar yapabileceğimizin sınırlarını çizen, akla ve mantığa uymayan yasak türeten ve insanların inançlarına, dünya görüşlerine tezat bir yapı dayatan her zaman devlet değildir. Aslında hiçbir zaman da “direkt” devlet olmamıştır.

Devlet, halkın hizmetinde olan bir yapı olmasına rağmen, halkı zapturapt altına alan bir yapıya bürünmesi, devletin genlerinden değil, insanların bunu benimsemesindendir.
Belki keskin bir ifade oldu ama öyle…
Yasakçı olan aslında devlet değil, bizleriz…
İnsanları etiketleyen, fişleyen, kategorize eden, sınıflandıran.. ne derseniz deyin, bir insanı diğerinden üstün gören anlayış da devletin anlayışı değil, bizlerin anlayışıdır.
Neyin yasak olup olmadığını dayatan, hiçbir zaman devlet olmamıştır, halkın bizatihi kendisi olmuştur.
Tarihin ilk çağlarından bu yana üretilen her yasak, dayatılan her konu, devletin ceberut yapısından veya devleti oluşturan insanların anlayışından değil, toplumun bakışından kaynaklanmaktadır.
Hazreti İsa’yı çarmıha götüren, o zamanki devletin yöneticileri değil, halkın ayaklanması ve çarmıh istemesi nedeniyledir…
İslam tarihinde de Müslümanların gördüğü bütün işkenceler, o zamanki devlet yapısı eliyle değil, orada yaşayanların eliyle olmuştur.
Bazı dönemlerde zorbalıkların, işkencelerin, toplu katliamların, gizli örgütler eliyle ve nihayetinde devlet eliyle olduğuna bakıp yanılmayalım. Bu da toplumun isteği doğrultusunda yapılmaktadır.
Şimdiye kadar söylediğim, genellikle yasakların tepeden inme değil, tabandan yansıma olduğudur.
Çünkü, toplum içinde devletin yasaklarını, katliamlarını, yolsuzluklarını, cinayetlerini, işkencelerini onaylayan hatırı sayılır bir kitle var.
Sallandıracaksın üçünü beşini” sözü, devletten değil, milletten geliyor.
Demokratikleşmenin ve temelde insan hak ve hürriyetlerinin gıdım gıdım verildiği dönemde bile toplum içinden yükselen ses, devletin bir kesimi “şımartmaya” başladığı yönündedir.
Bazılarına bakınca “tep tip” insan tipinin, zorba bir devlet anlayışı değil, milletin “kendisine benzer toplum yaratma” hayalinin ürünü olduğunu görebiliriz.
Sözü aslında Cem TV’ye getireceğim…
Demokratikleşmenin olduğu, az da olsa çözüm sürecinin kabul gördüğü, insanların farklılıklarıyla kendini ifade ettiği, herkesin inancını yaşadığı bir dönemde, biz daha iyilerine layık olduğumuzu dillendirirken, daha çok hak talep ederken, insanca yaşamanın sınırlarını zorlarken, akla mantığa uymayan bir yasak geliyor.
Sunucu hanım istemiyormuş…
Kendi kontrolünde olan bir programda ne Kürtçe, ne de Arapça şarkıya izin verebilirmiş.
Çünkü “hükmettiği” alan, sadece o program.
O zaman bütün zorbalığı o program için kullanma hakkı var.
Alan genişlerse daha farklı zorbalık yapacak, daha farklı yasak türetecek.
Bizim insanımızın kanında var; kullanım alanında, hükmetme sevdası…
Ne kadar alan o kadar geniş bir hükümranlık.
Ve ne kadar hükümranlık, o kadar yasak…
Ondan sonra da biz demokratikleşmenin toplumda neden büyük bir ekseriyetle kabul görmemesini boş yere sorgular dururuz.
Bazıların eline fırsat geçse gıcık olduğu herkesi sallandıracakken bu mümkün değil.
Kendi dünya görüşünü, kendi anlayışını ve kendi siyasi fikrini dayatmaya kalkışanların demokrat olduğunu söylemesi, sadece bir varsayım olarak kalır, gerçeği asla yansıtmaz.
Söz konusu televizyon kanalında “Gonca Elmas ile 7 Renk” programının konukları Mehmet ve Ekrem Arpak kardeşler, “Mevsimsiz Türküler” albümü üzerine sohbet edip, birkaç şarkılarını da seslendirecekler…
Sohbet arasında “İki gözümdün” şarkısının hikâyesini de anlatıyorlar, başlarına geleceği ne bilsinler…
1999 yılında “yüzkarası” sayılacak ödül töreninde, sadece “anadilinde bir şarkı yapıp, bunu kasete koyma” isteği yüzünden linç edilmeye kalkışılan ve yurtdışına giderek, orada hayatını kaybeden Ahmet Kaya anısına şarkının yazıldığını belirtince sunucunun hükümranlık alanı, kullanıma hazır hale gelmiş…
Gonca kızımız, önce Ahmet Kaya’yı terör örgütüne yamamış.
Sonra da Kürtçe şarkıya izin veremeyeceğini söylemiş.
İki kardeş, ülkede her dilden, mesela Arapça şarkı da çalınabildiğini belirtince Gonca kızımız bütün sultasını kullanmaya karar vermiş; “Ben burada Türkçe tercih ediyorum. Arapça da söyletmem. İsteyen Arap kanalını seyretsin.
Çok özgürlükçü, isteyen seyretsin…
Ortam gerilince iki kardeş programı terk ediyor, kanal ise hem programı yayından kaldırıyor, hem de Gonca kızımızı kapı önüne koyarak yeni bir hükümranlık alanı bulmasına izin veriyor.
Türkiye’de Kürtçe veya Arapça veya İngilizce veya başka dilde şarkı söylemek, bunu televizyon ve radyolarda yayınlatmak suç değil. Böyle bir yasak söz konusu bile değil.
Hiç değilse sadece bu anlamda, zorba olan devlet değil…
Zorba olan televizyonun yönetimi de değil.
Peki kim, “kendi küçük alanında hükümranlık kurma sevdasında olan ve ilk ele geçirdiği fırsatta da yasağı basan” hanım kızımıza ait…
İşin doğrusu hanım kızımız, Arapça veya Kürtçe bilen birisi olsaydı da durum değişmeyecekti. Bu defa yasaklayacağı dil değişecekti, hepsi o.
Önce biz özgürlükçü olacağız, önce biz yasaklara karşı duracağız ve önce biz, insan olduğumuz için doğuştan gelen haklarımızı talep edeceğiz. Hem de sadece bize değil, hepimize…
İşte o zaman devlet, yasak üreten değil, yasakları bertaraf eden konumuna gelecektir.
Aksinde ise tepeden inme özgürlük, her zaman bize bir beden bol gelir.
Ve zaten özgürlük, tepeden gelmez, tabandan yayılır…
 
Tweetimden seçmeler
Kalitesizlik, makamla giderilecek bir karakter yapısı değildir.
www.naifkarabatak.net