Neyzen Tevfik ile ilgili bir yazı okudum yenice. Etkilendim. Uzun uzadıya bahsetmeye isteğim de, gücüm de yok. Sadece ufak bir paragraf alıntı yapacağım. O kadar!
“Şairin çok sevdiğim bir fotoğrafı var; meşhur bir kare: Boynunda üzerinde “ HİÇ “ yazan bir tabelayla bakar kameraya. Meydan okur adeta. Kaçımız yanaşırız bugün buna? Kaçımız varız “ hiç “ olmaya? Filanca ya da falanca değil, şu rütbede veya bu şöhrette değil, sadece ve öylesine bir toz zerresi olarak dolanmaya?
Takvim dolayısıyla, fiziksel olarak Neyzen Tevfik’ i görmedim. Fakat kızı ve torunları, anneannemlerin dip komşusuydu İzmir’ de. Kızı Leman Hanım teyze ve iki oğlu birlikte yaşarlardı. Şen şakrak bir kadındı Leman Hanım teyze. Sonradan duyduğuma göre; önce küçük oğlu, sonra da kendisi rahmetli olmuş. Onlarla bugün özdeşleştiğim birçok konu var. Belki onlar da başka yazıya… Kim bilir!
Nur içinde yatsınlar hepsi diyelim ve yine “hiç”likten yola çıkarak, “ ölüm “ kavramına gelelim. Oğlum tek başına öldü. O an neler hissetmiş olabileceğini düşündüğümde canım yanıyor. Bir yandan da korkuyorum. Canımın yangınlığı, babamın ölümünü düşündüğümde geçiyor. Çünkü o an babamın başında, lafın gelişi bir ordu insan vardı. Ne yapabildi? O zaman biraz içim soğuyor.
Korkuma gelince… O geçiş anında kendimi düşününce nefes alamıyorum. Bunun için de kullandığım yöntem; birinci el, ölüme yakın bir deneyim. Bazen işe yarıyor.
Yaşadığım olay şöyle; çocukken Kızıldericilik oynuyorduk. Ben esir aldığım arkadaşımı, mahallenin ortasındaki sönmüş kireç kuyusunun karşı kenarına bıraktım. Ben de yerime geçip tam okumu yayıma yerleştirirken, okum yağmur suyu dolmuş kuyunun kenarına düştü. Eğilip almaya kalktım ve tepesi takla kuyuyu boyladım.
Ondan sonrası sanki bir rüya âleminde yaşandı. Ben yukarıdan bedenimi izliyordum. Bir ışık hüzmesi içinde, yukarıya doğru çıkmaya çalışıyordu bedenim. Derken ince bir dal parçası uzatıldı herhalde ve onu tutarak dışarı çıktım. Herhalde diyorum, çünkü sadece hatırladığım o ince dal parçasını tuttuğum. Gerisi yok. Ben hatta onu, arkadaşlarımdan biri uzattı sanıyordum. Yetişkin sohbetlerimizden birinde kardeşim dedi ki; “ Ne dal parçası, kendi kendine çıktın. Düşmenle çıkman bir oldu, hepimiz şaşırdık hatta.”
Ben de o şaşkınlığı; yıkanıp paklanıp başköşeye oturtulduğum, rahmetli babaannemin odasının penceresinde yaşadım. Gözlerini öyle iri iri açmış, kuyuya bakan Özlen, hala gözlerimin önünde dün gibi.
O ışık hüzmesi içindeyken hiç acı, zorlanma yoktu. Kuş gibi hafif ve özgürdüm. Eh, işte bunu anımsadığımda ne korku kalıyor, ne endişe. Hey özgürlük!