İşten çıktığımda, henüz iftara zaman vardı. Bir an da içimde geçmişe yönelik duygularım depreşti. Hava güzelken, Adıyaman şöyle bir dolaşmak istedim. Aslında eski anıları canlandırmak amacıyla biraz nostalji yapmaktı amacım. Hükümet konağının bulunduğu alan gözlemleyerek gezmeye başladım. Birçok anımız ve yaşanmışlıklarımızın bulunduğu Hükümet Konağının yerinde, tabiri caizse, soğuk bir esinti esiyordu. Kuzeye doğru yol aldığımda, yine çoğu kez, ailemizin, sevdiklerimizin, bazen bizzat gittiğimiz devlet hastanesinin etrafında gezinirken buldum kendimi. Sağlımızı kazanmak adına neler yaşamışlığımız/yaşanmışlıklarımız yoktu ki bu yerinde otlar biten hastanenin yerinde.
Etrafını dönüp güneye doğru yöneldiğimizde, saat kulesinin (eski saat kulesi) yanından geçerek, Sağlık ocağı caddesinden Adıyaman Hısn-ı Mansur Kalesine doğru ilerledim. Eski kalenin yerinde, pek de Kale’lik bir şey kalmamış, tamamen teknolojiye yenik düşmüş olarak, sıradan çay bahçesi halini almış. Belki biraz daha modern bir görüntüye bürünmüş ama Kale’nin o surlarından ve burçlarından eser kalmamış. Eksiden kalan, sadece yıllara meydan okuyan, bir zamanlar Ramazan Orucu açma amacıyla, ağzı Karadağ’a(kuzeye) çevrilmiş olarak, top patlatma amaçlı kullanılan demir yığını kalmış. Bir süre, yıllar önce anılarımızın, yaşanmışlıklarımızın gözümüzde canlanmasıyla of-puf ederek, çevresini dolaşarak, şehri seyreyledikten sonra; (sadece restore edilen Keleş Konağını uzun süre seyrettim) Kale’nin Doğusunda ki merdivenlerden Kabaltı’ndan geçip (Bir türlü koruma altına alınamayan, ender evlerimizden olan bu değerimizi de koruyamadık) Ulu Camiye doğru indim.
Birkaç yıl Belediye hizmet binası olarak görev ifa eden binanın da yıkıldığını gördüm.( Aslında iyi de olmuştu.)Yine eki kasap pazarı olarak, sonra Belediye binası olarak, son olarak da Belediyenin çeşitli aktiviteler için yapılmış olan binanın yanından, Tuz Han’ına doğru yürüdüm. Zaten sağ tarafta kalan ve harabeye, viraneye dönen Han’dan eser kalmamış. Tam karşımda ise henüz restore edilen, hatta birçok işlemi halen devam eden Tuz Han’ının o yeni görüntüsü, pek de eksi halinin havasını vermiyordu.
Artık iftara az bir zaman kalmıştı. Belediye binasına doğru ilerledim. En çok sevdiğim alışkanlıklarımdan birini tekrarlayacaktım. Belediye önündeki o merdivenlere oturup, iftar öncesi o yaşananları gözlemlemek, insanların o koşuşturmacalarını görmek ve o heyecanlarına ortak olmaktı. Merdivenin en üst basamağına oturdum. Belki Ramazan Orucu dışında olsaydı, öyle rahatlıkla oraya oturamazdım; ama insan oruçlu olunca, o çekinmelerin pek de ehemmiyeti olmuyor. Hava serindi. Özlemişim vallahi, hem de çok özlemişim, o alışkanlıklarımdan birini yapmayı. Ancak bir eksik var, ters giden bir şeyler vardı. Nedense o eski heyecanı, o eski huzuru ve mutluluğu yakalayamıyordum. Çünkü globalleşen, dünyayı kasıp kavuran, insanları inim inim inleten pandemik bir virüs, katil Korona, Kovit-19 denen bir bela vardı. İnsanlar hep maskeli, insanlar hep birbirinden şüphe eder durumda, birbirinden uzak şekilde yürüyorlar. Beklediğim o manzarayı göremiyordum, o manevi havayı, insanların o koşuşturmacasına şahitlik edemiyordum.
Özlüyordum, hem de çok özlüyordum. Amiyane akan yaya ve araç trafiği, hızlı bir şekilde devam ediyordu. İftar öncesi yer kapmaya çalışan o seyyar satıcıların tatlı didişmelerini özledim.
Her iftar vakti yaklaştığında, rutin hale gelen işportacıların, iftariyelik yağlı yavan (Ramazan gülleri), özellikle Osmanlı kıyafetiyle ve bisikletli arabasıyla, Adıyaman türküleri eşliğinde meyan şerbeti, gül şerbeti satan Bekir AÇIL ağabeyimizi, şişelenmiş Urmu dut suyu… diye birbirine nazire yapan bağırışları özledim.
Bir an önce evine iftara kavuşabilmek için minibüse binmekte acele eden o kalabalık insan manzaralarını özledim.
Orucun son anlarını Demokrasi parkında dolaşarak veya oturarak, heyecanlı bekleyiş içerisinde olan yaşlı amcalarımızın o etrafı süzüşlerini özledim. Özledim, özlemişim, aslında çok şey özlemişim.
Bu yıl Ramazan ayında ki olan bitenleri düşünerek of-puf ederken, omuzuma bir elin dokunmasıyla irkildim. Gelen yakın bir dostumdu. “Ne oluyor” gibisinden attığı, bakışa; “hiç sorma ya, bu sene Ramazan ayında ki o heyecan verici manevi havadan eser yok, şu pandemik korona belâsı, insanda tat, tuz bırakmadı, hayatı zehir, zindan etti” deyince, ondan da “haklısın, doğru söylüyorsun” diyerek söylediklerimi onayladı. Hoşbeşten sonra, o evine, ben evime doğru ayrıldık. Eski garajların önünden geçerken, yine defalarca yolculuk yaptığımız o günleri düşündüm. Defalarca gidip, gelmişliğimiz vardı, şimdi, orası da yıkılmıştı. Galiba her şey bir bir yıkılıp, yok oluyordu.
Ezan okunmaya birkaç dakika kala eve vardım. Bugün de eskileri yâd etme ve anıları tazeleme babında bir günü daha geçirmiş olduk.
Kerim BAYDAK
kbaydak61-artan@hotmail.com