*** Renklendikçe Küçüldü Dünya ***

Abone Ol

*** Renklendikçe çül Dünya ***

Fazla renkli olmayıp da pembe hayâllerle süslediğimiz kocaman bir dünyamız vardı bizim. Yollar gitmekle bitmek bilmez, sesler bağırmakla fazla uzağa gitmezdi. Gurbettekilere sesleniş mektuplarla olur, çevredekilere haberlerse tellallarca duyurulurdu… En renkli şey pamuk şekerdi. Bir de Hacıbekir şekeri. Şekerler işte…

Bilemezdik son nesil olacağımızı:

Sobayı tanımadan önce ocakla ısınıp, ilikmenle aydınlanan,

Harmanyerindeki öküzlerin çektiği düven üstünde daireler çizen,

Dirgen, yaba, ananat, tınaz, çeç, golan ve palan’ın ne olduğunu bilen,

Yağmurlu günlerde dam akmasın diye yurgutaşıyla damüstünü yungarlayan,

Ağır yüklenmiş kağnının oku üstüne denge unsuru olarak uçarcasına yolculuk eden…

Damlar çatıya dönüp renklendi; kiremit, ondülin, membran oldu, yurgudan kurtuldu,

Yollar asfalt oldu; kağnı-öküz kayboldu, türlü renk ve tipte motorlu araçla doldu,

Biçerdöverin mağdur ettiği harmanyeri, TOKİ için toplu konut arsası oldu,

Nalbant Mehmet, Kalaycı Ahmet, Deşdoğan Hidayet çoktan unutuldu,

Anlayamadık; hangi tencere yuvarlandı, hangisi kapağını buldu…

Önce sesler küçüldü… 19.Yüzyılın sonlarında îcat olan 78 devirli taş plaklar, her bir yüzüne 3-5 dakikalık ses kaydedebiliyordu. Adına taş denmesinin nedeni ‘kırılmaz’ anlamı taşıyordu fakat kırılgandı. Aslında; mukavva, pamuk, reçine ve balmumu harmanından oluşuyordu. Taş değil, talaş işte…

Daha dayanıklı olan 45 devirli plastik plaklar ise 60 yıl kadar sonra ortaya çıkmıştı. Bunlar da her bir yüzüne 5 dakikalık ses kaydı ancak yapabiliyordu. Daha sonraları piyasaya çıkan 33 devirli “uzunçalar” plaklar ise her yüzüne 5-6 parça alabiliyordu… Seslerin plastik bantlara kaydedildiği 1963 yılından sonra ise gramofonların yerini teypler almaya başlamıştı… Rahmetli babam, misafirliğe gelen Alamancı arkadaşının ricasını kıramamış ve dinleyenin tüylerini diken diken eden ilk ses kaydını bir uzun hava ile yapmıştı; “yeşil kurbağalar öter göllerde…”

Sonuç itibariyle; bir ayak çapındaki plaklardan, avuç içine sığabilen kasetlere erilmişti. İki yüzüne yarımşar saatlik kayıt yapılan kasetlere… Günümüze gelindiğinde ise, parmak ucu kadar belleklere binlerce saatlik kayıtlar yapılabiliyor. Üstelik de görüntülü… Renkli hem de…

“Bir ağacı oymuşlar, içine dünyayı koymuşlar” şeklinde bilmeceye dönüştürülen radyonun îcadı da 19.yüzyılın sonlarında olmuş, ilk insan sesi yayını ise 1907’de gerçekleşmiştir. Radyodan bir çeyrek asır kadar sonrası televizyon, iki çeyrek kadar sonrası da renklisi piyasaya çıkmıştır(1954)… “Ölüleri diriltip konuşturuyor, Deccal mı lan yoksa bu!” diye işkillenenler çok olmuştur…

Radyo ile tanışıklığımız 1967’de evde, siyah-beyaz televizyonla olansa Kıbrıs Harekâtı sırasında(1974) köy kahvesinde olmuştu. Dünyanın renklenmeye ve de küçülmeye başladığı yıllardı. O tarihlere kadar sâdece başlıkları renkli olan kitap, gazete ve dergiler yavaş yavaş boyanmaya başladılar. Önce dış kısımları renklenirken, zamanla içerilerine de sirâyet etti… Kara damlayan kanlar karadan kızıla dönüşmeye başladı resimlerde. Oysa önceleri sâdece soldukça sütlü kahverengine bürünürdü siyah-beyaz fotoğraflar…

Deli Dumrul’un böğrüne çöken ak kanatlı Azrail’in resmini görmekten ödümüz kopar, sonucunu da merak ettiğimiz için ürpere ürpere çevirirdik kitabının sayfalarını… Kış günü ormana odun toplamaya giden Zeki ile köpeğine saldıran kurtlar bize tanıtırdı canavarı, vahşî hayatı. Yaralanan köpeği Çomar’ı, gömleğinin kolunu yırtarak saran Zeki’den öğrenirdik âcil müdâhaleyi ve dost dayanışmasını… Maymunun kafasına daldan düşen bir fındığın ne tür dedikodulara sebep olabileceği ve ormandaki huzuru nasıl bozabileceğini ibretle izler; İpin ucunu kaçırmak istemeyen Kral Aslan’ın derhâl hayvan meclisi toplayıp duruma el atmasından anlardık, zamanında müdâhalenin ne kadar önemli olduğunu…

Evet… Ara sıra sararan siyah-beyaz kocaman bir dünyamız vardı bizim. Ve bizim o dünya, binlerce yıl durmuş durmuş da renklenmek için 20.asrın sonunu beklemiş sanki… Ve de ne renkleniş!... “Bir zaman gelecek, demir havada uçacak. Bir zaman gelecek, Kars’taki kazın yumurtası İzmir’den görülecek. Ve bir zaman gelecek, bir âlet çıkacak; binbir telli sazı, binbir dilli sözü olacak” diyen çok eski öngörü sahiplerinin son dediği de olmuş gibi… Ve o âlet şu anda avuçlarımızın içine sıkıştırdı koskoca dünyamızı. Dünyanın herhangi bir ucu, parmağımızın ucunda… Bu seferki “Big Bang” avucumuzda patlayacak gibi…

Eskiyi özlemle anarken, sıkıntıları değil de daha ağır basan insanî ve dostane sıcaklığı aranırdı elbette. Kimileri eskinin her şeyini özlemle ararken, “Ah ulan ah! Dünyaya erken gelmişiz!” diye iç geçirip duran iki büklüm ihtiyarlar da yok değil etrafta… Hayatın alabildiği kadar kolaylaşıp da aileyi, dostluğu ve insanlığı korumanın zorlaştığı küçücük dünyamızı yaşanmaz hâle getiren medenîler uzaya arsa bakmaya gidiyorlarmış. Bu durum bir fıkrayı getirdi aklıma:

Dışkılarının özelliğinden dolayı berbat kokan ibibik yuvasındaki yavrular ricâda bulunmuşlar annelerine, “burası leş gibi kokuyor, başka yuva bulalım” diye. Derhâl kabûl etmiş anneleri ve taşınmışlar bir başka yuvaya. Fakat orası da kokuşmuş kısa zamanda ve tekrar sızlanmışlar annelerine. Bu sefer, hayatın acı gerçeğini hatırlatmakla yetinmiş anneleri: Canım cücüklerim, bu makat bizimle geldikten sonra, nereye varsak tabakhane çanağına çeviririz…

“Yeryüzünü cennete çevirme gayretinde olmayanların, Tanrının cennetini istemeye de hakları olmaz.”(Torlakon öğretisi)

https://twitter.com/torlakon