Bardakta kalan son çayı da yudumladı, oturduğu yerden kalktı, az önce oturmuştu ama yine kalktı, aniden geri oturdu, sonra aklına bir şey gelmiş gibi hızla tekrar ayağa kalktı. Ruhu sıkılıyordu, ters giden bir şeyler vardı ya da taşları bir türlü yerine oturtamıyordu. Bu taşlar da neden yerine oturmaz ki, neden iki de bir hareket ederlerdi, anlamıyordu. Anlamadığı çok şey vardı ama en çok bunu anlamıyordu.
Oysa taşlar tastamam yerindeydi, her şey istediği gibiydi. Aklını seveydi, nasıl da her şeyi kurgulamış, nasıl da her şey planladığı gibi gitmişti.
Gözlüğünü düzeltti, göz torbaları haddinden fazla şişmişti. Kolay değildi, zor bir seçim süreci geçirmişti, plan yapmaktan, projeleri uygulamaktan, taşları bir bir yerine dizmekten uyku mu kalmıştı ki. Gözlüğü çıkardı, eliyle gözünü ovaladı. Doktoru böyle yapmamasını söylemişti ama gecenin bu vaktinde ve bu stresle ne yapacaktı?
Kendisini anlamakta zorlanıyordu, belki de zorlandığı durumu kavrayamamaktı.Her şey gerçekten de planladığı gibi gitmiş, kendisine sürekli muhalif olan, adamın sırtını sıvazlamış, aday ederek kurtulmuştu. Kazanamayacağını biliyordu, kazanamamıştı da. Kendisine rakip olma şansı da kalmamıştı. Halen risk vardı ama o kadarı da göze alamazdı.
Aslında şimdi tam gerine gerine koltuğa oturmanın, pardon kurulmanın zamanıydı. Tamam şimdi gecenin bir vaktiydi ama olsun. Yine de sabah ilk işi genel merkeze gidip, gururla odasına doğru yönelmekti. Herkes imrenerek ona bakacak, aslında herkes böyle bir genel başkana sahip olduğu için gururlanacak, onur duyacak, başı göğe değecekti. Ama keşke hayatında bir kez balkon konuşması yapabilseydi, şöyle ufacık da olsa balkona çıkıp el sallasaydı. Güzel olurdu. Hani kolay değildi, koskocapartinin genel başkanıydı. Adaşı olan kurtarıcısının koltuğunda oturuyordu. Bu koltuğa oturmak için ne badireler atlatmış, ne uğraşlar vermişti. Boy desen.. tamam tamam boy yoktu, endam desen.. tamam tamam endam da yoktu, zeka desen..tamam ya o da öyle ahım şahım bir şey değildi ama olsundu. Yine de yakışıklı sayılırdı. Hani şöyle fotoğraflarıyla oynandığında güzel görünüyordu.
Öne doğru çekik kulaklarını kaşıdı. Ah şu genler dedi, yani kulağım biraz küçük olsaydı daha iyi olurdu ama sonra düşündü önemli olan boy değildi, pos değildi, kulak değildi, burun değildi, endam değildi, zekâydı ama neyse ney ya…
Hafif göbeği de çıkmıştı. Boyu kısa diye önde şiş göbek olunca vücut eğri bir çizgi oluşturuyordu ama önemli olan göbek değildi, hiç değilse kaçak balkon değildi. Önemli olan..neyse ney ya…
Hazır ayaktayken lavaboya gitti, elini yüzünü yıkasa iyi olacaktı. Göz torbaları şişmiş, kendisini aşağıya doğru çektikçe çekiyordu. Şimdi uyumanın zamanı değildi, tam neticeyi almalıydı.
Lavaboya geçti, aynaya bakmadan musluğu açıp, yüzüne sur serpti ve kendisini aynada seyretti. Analar ne evlat doğurmuştu be. Tamam kafası biraz kel olabilirdi ama zaten önemli olan neydi ya, neyse ne…
Kendisine aynada bir daha baktı. Gözlüğü takıp, bir de öyle baktı. Önce güldü, sonra ciddi durdu, sonra tekrar güldü. Acaba hangisinde yakışıklı oluyordu. Tabi ister istemez akılına memur günleri geldiğinde gülüyordu, tamam sırıtıyordu ama siz gülme olarak da alabilirdiniz. Kolay değil, bir memur, şimdi koskoca genel başkandı. Cumhurbaşkanına da laf ediyordu, başbakana da. Belki yüzlerine söyleyemiyordu ama olsun, vitesi boşa attığında ağzına geleni söyleyecek kabiliyeti vardı.
Yeniden sabahı düşündü. Herkesin gözü üstündeyken odaya doğru gidiyor. Korumalar, danışmanlar, yıkamacılar, yağlamacılar da önden yolu aça aça gidiyorlardı. Açılacak bir yol yoktu, zaten yolu kapatan da kendileriydi.
Sonunda makamına geldi. Bir an durup, “genel başkan” yazan altın yaldızlı levhaya baktı. Gururlandı. Analar ne avlat doğurmuştu. Şimdi olsa anası da babası da kendisiyle gurur duyardı ama keşke zamanında “hay akılsız, hay akılsız” diye o kadar başına vurmasalardı.
Sekreterine “kızım bana kahvemi söyle, kendime geleyim” diyerek odaya geçti. Sekreterin emredersiniz sayın genel başkanım sözünü duysaydı biraz daha morali yerine gelecekti ama duymadı.
Kapının girişinde makam odasına bir kez daha baktı. Doya doya bir daha bakacaktı ki, danışmanları, yağcıları, yalakaları odaya girdi. Kardeşim biraz yalnız bırakın, makam odasıyla bir hasret giderelim değil mi ama diye mırıldandı.
Sonra masasına baktı, üfff ben genel müdürken böyle bir masası olmamıştı. Aslında olurdu ama bir türlü bütçeyi denkleştirememişti ki, emeklinin maaşını bile ödeyemiyor, milletin ilaç parası elinde patlıyordu.
Neyse ne ya o günleri hatırlamak istemiyordu. Tamam, o koskoca genel müdürdü ama hepsi o kadar, kendisi de öyle koskoca olacak bir yapıda değildi. Yine aynada kendisine baktı. Ayaklarıyla parmaklarının ucuna basarak dikeldi. Hani boyu biraz daha uzun olsaydı.. Önemli olan boy değildi, o, uzun adam oldu diye mi cumhurbaşkanı oldu, hayır. Kendisi henüz yoktu diye o cumhurbaşkanı oldu. Hani seçime girebilirdi ama millet partisine oy vermiyordu. Halkı hor gören, halkı aşağılayan, halka tepeden bakan atalarının suçunu çekmek zorunda mıydı, onu da bilmiyordu ama çekiyordu. Hem halk dediğin neydi ki, boş versene, kendisi genel başkandı.
Bıyığını burmak istedi ama daha dün kısaltmıştı. Bazen uzatınca pos bıyıklı bile olabiliyordu. Bıraksa Hulusi Kentmen’in bıyığı solda sıfır kaldırdı. Onun bıyığı daha da burulurdu. Çünkü onun bıyığı, genel başkan bıyığıydı.
Koltuğu çekip oturdu ama öyle hemen oturmadı, tadını çıkara çıkara oturdu. Artık bir süre kendisine rakip çıkmayacaktı. İnce hesapları tutmuş, zekâsının pardon kurnazlığının karşılığını almıştı. Uzun adam bir dönem daha cumhurbaşkanı olacaktı ama olsun, zaten kendisi aday değildi. Kendisi olmadıktan sonra kimin olduğu kimin umurundaydı ki…
Kahvesi de gelmişti, bol köpüklü kahveden bir yudum aldı, yudumunu da sesli sesli almış, iyice bir hüpletmişti ki, uyandı…
“Hayatım uyan, daha oy kullanmaya gideceğiz” diyen eşinin sesiyle kendisine geldi. Ne yani daha seçim bitmemiş miydi? Aman Allah’ım ya ince hesabı tutmasaydı. Yok canım daha neler, uzun adamı yenmek o kadar kolay mıydı?