Tuna Kiremitçi’nin bir gazetede okuduğum köşe yazısından alıntıyla başlamak istiyorum yazıma. Yazının başlığı: “ Ah Şu Bizim Genlerimiz! “
“Evrenbilimci Stephen Hawking demiş ki; “ İnsanoğlunun bir an önce uzaya yayılması şart. Yoksa sonumuz gelebilir.”
Bir de şunu demiş:
“ Genlerimiz bencil ve saldırgan. Dünyanın sağladığı doğal kaynakları hızla tüketiyoruz.”
Batı uygarlığının yeni modası bu: Bütün vebali bencil genlerin üstüne atmak.
Genlerimiz yüzünden dünyayı mahvettik, genlerimiz yüzünden savaşıyoruz, İknaları yok eden, Afrikalıları ezen hep genler…
Bu da “ ben yapmadım, Miki yaptı “ demenin evrenbilim dilindeki ifadesi oluyor herhalde.”
Benim yazıdan çıkarımım şu: Biz sorumluluğumuzu almak istemediğimiz sürece, her konuda her zaman suçlayacak birileri, suçlanacak bir şeyler vardır. Bu ekolojik sistemle ilgili toplumsal bir konu olabilir, ya da sevgi gibi tamamen bireysel bazda ele alınabilecek bir konu olabilir. Hiç fark etmez. Önemli olan kendinizi yeni bir farkındalık boyutuna açmanız. Tamamen size ait olan bir özünüz olduğu ve bu özü çok daha yakından tanıyabileceğiniz, geliştirebileceğiniz ve ilgi gösterebileceğiniz gerçeğine değinmek istiyorum. Bu gerçeğin pollyannacılık değil tamamen bir seçim olduğuna inanıyorum.
Bu yazı üzerinden hareketle ben çok kişisel bir konu olan sevgi ile ilgili şu an temas ettiklerimi paylaşmak istiyorum sizlerle. Eskiden sevgi benim için çok büyük bir pastaydı. En büyük dilim benim olsun diye arsızca saldırırdım pastaya. Ulaşmak içinde her türlü yol ve yöntem mubahtı. Eeee, ne de olsa sevgi adına yapıyordum yaptıklarımı. Ne kadar ruhsal oldukları o kadar da önemli değildi. Duygusal manipülasyondan, pembe yalanlardan tutun da tehdit ve cezalandırmaya kadar uzayabilecek oldukça geniş bir yelpazeydi bu yol ve yöntemler. Hâlâ zaman zaman denemiyorum dersem yalan olur. Gittikçe azaltıyorum.
Eğer sevgi ile ilgili pastanın üzerine bir resim çalışmam gerekseydi, bu resim sürekli değişirdi “en büyük pasta diliminin” üzerinde. Bazen sımsıkı kenetlenmiş bir kadın ve erkek eli; çapkın bakışlara sahip bir çift göz; saçları okşayan bir başka el; ışıkları yanan bir evin geniş camlı penceresi; uyumlu renklerle bir araya getirilmiş kalpler; bembeyaz tüyleriyle bir köpek; eli kalem tutan bir bayan; boydan boya duvarları kitaplık bir çalışma odası; mumlarla süslü bir yemek masası; dua edercesine havaya açılmış iki el; sobanın üzerinde kaynayan çaydanlık ve buharları; çil çil altınlarla dolu bir kâse; küçük küçük patikler; daha neler neler…
Daha sonraları bir de baktım ki ben kendimi boşuna üzermişim. Meğerse “ben yaradılışın bir parçasıyım” diye baktığımda ortada ulaşılacak “en büyük parça “ diye bir şey kalmadığını gördüm. Sadece bakış açısını değiştirmek bile resmen devrim yaratıyor insanın içinde. Tabii, sadece farkında olmak yetmiyor. Uygulamada şahsen kendi adıma söyleyeyim gittikçe kolaylaşmasını umuyorum. Bu düşüncemi ve dileğimi desteklediğini düşündüğüm bir fıkra ile yazımı bitiriyorum.
Bu haftaki Pazar neşemiz Eddi Anter’ den diye başlıyor fıkra:
“ Ev telefonu hayli yüksek gelince, ev halkı toplanmış;
Baba:” Yahu bu korkunç bir fatura. Ben bu telefonu asla kullanmıyorum. Hep çalıştığım şirketteki telefonu kullanıyorum.”
Anne: “ Aynen ben de… Akşama kadar çalıştığım bankada elimin altında telefon. Ne yapayım bunu.”
Oğlan: “ Vallahi ben de şirketimin bana verdiği cep telefonuyla bütün görüşmelerimi yapıyorum.”
Kız:” Yani, benim de şirket hattım var. Ev telefonunu hiç kullanmam ki…”
Herkes evdeki hizmetçiye döner ve ters ters bakmaya başlar…
Hizmetçi:” Eee… Problem ne o zaman? Sanırım hepimiz iş telefonlarını kullanıyoruz…”