Yürüyüş parkurunda yürüyorum. Altıma taytımı geçirmişim, üzerimde de her zaman olduğu gibi tunik(tuniksiz tayt giyilmezlerin değişmez kuralı) var. Her parkurun sonunda yaptığım bacak esnetme hareketlerimi yapmaya başladım. Saplantıda olduğum için etrafıma baktığım yok. Birden hafif başımı kaldırınca; iki gözle, göz göze geldik. Parkurun yanındaki demiryolunda temizlik yapan bir erkek işçinin gözleri. Hafif başımı çevirdim( farzedinki seyir tepesinde dürbünle etrafı izliyorsunuz); o anlık çevirmelerde, her baş hareketimde bir çift gözle karşılaştım. Hepsi sıralanmış tek tek çalışıyorlar; elleri işte, gözleri bende. En son takıldığım bir çift göz ise; hepsinin başında dikilmiş, elleri arkasında yine bir erkeğe aitti. Bu kadarı yeter, deyip hızlı hızlı uzaklaştım oradan. Hissettiklerim ise; hiç iyi gelmedi bana.
Başladım sorgulamaya… Kıyafetime, hareketlerime derken, oradan cinsiyetime kadar varan bir hakaret silsilesine tutmuşken kendimi, birden anımsadım. Ben, bu hissi; yani ortada çırılçıplak kalmışım gibi yaşadığım utançtan bahsediyorum, birçok kez yaşamıştım. Üstelik yaşadığım ortamlar, o kadar birbirinden farklıydı ki… Sonunda baktım ki, hiçbir ortak noktada buluşmuyor bunlar, öyleyse bu senle ilgili dedim.
Evet, ben hep “ gözetleyici “ bir Tanrı anlayışıyla büyütüldüm. O, her şeyi görür, bilir şeklindeki anlayış; onu da erk’ ten dolayı erkekleştirdiğim için, bana hep utanç ve suçluluk yükledi. Bu, sosyalleştikçe kaçınılmaz olarak ( bunda genelde küçük yerleşim merkezlerinde bulunmamın da katkısı var, bana göre) hep birileri tarafından gözetlendiğim hissini yaşattı bana. Öylesine ki, kendimle baş başa kalabileceğim hiçbir alan kalmadı.
Bugün diyorum ki; iyi ki kalmadı. Yoksa yazarak nefes aldığım bu alanı açacak cesareti bulamazdım. Hissediyorum ki( inşallah hislerim beni yanıltmaz), yazdıkça geçecek.