Elimde kitap uyuyakalmışım.
Şiddetli bir sarsıntı ve bağrışma sesleriyle fırladım ayağa. Bir ana başım dönüyor sandım çünkü odamda ne varsa beşik gibi sallanıyordu. Epeyce süren bir sallanmadan sonra “deprem” olduğunu anladık.
O an, ne kadar aciz ve savunmasız bir varlık olduğunuzu, aslında tüm dünya yaşamının gelip geçici olduğunu daha iyi anlıyor ve sanırım elinizdeki başta can nimeti olmak üzere size sunulan tüm rahmete ne kadar nankör olduğunuzu gözünüzden kalkan perde ile daha iyi farkediyorsunuz.
Gelmekle adım attığımız ama gitmeyi hep ötelediğimiz; “ansızın”, hiç hesapta yokken gelen ve tüm zerrelerimizce bürünüp kendimize ait sandığımız dünyadan gitmenin adı olan “ölüm” korkusu ve gerçeği hepimizin gündemine oturdu evvelsi gece başta Elazığ, Malatya, Diyarbakır olmak üzere geniş bir coğrafyayı sallayan depremle birlikte.
İnsanlıktan nasibini alamamış, idrak ve feraset yetimi birkaç makus paylaşım ve söylemi katmazsak da yaşadığım coğrafyaya bir kez daha hamd ettim tüm zerrelerimle; dil, din, ırk, renk, mezhep, düşünce ayırmaksızın nasıl çok kısa süre içinde bir bütün haline geldiğimizi gördüğümde gözlerim yaşararak.
Biz; çaresizlik, korku, panik sarmalı içinde debelenip dua kanallarını sonuna kadar açarken; Rahman bir kez daha “ben buradayım”, “ölüm var”, “bu dünya hayatında hancı değil sadece yolcusunuz”, “sizler çok böbürlendiniz ama gördünüz mü ne kadar da acizsiniz benim heybetim karşısında?” mesajlarını ardı ardına sıraladı.
Hiç unutmadım ve unutacağımı da sanmıyorum o sahneyi.
Van depreminden birkaç gün sonra idi. Muhabir, enkazların üzerinde bitkin bir halde oturan orta yaşlı bir adama yaklaşmış ve sormuştu, “neyiniz var, iyi misiniz?” diye!
“Artık bişeyim yok!” demişti adam ve eliyle 4 enkazı işaret etmişti.
“Bu 4 bina da benimdi. Burda ben ve eşim, burda oğlum ve gelinim, burda kızım, burda da torunlarım oturuyordu. Allah mal dahil hepsini benden sadece birkaç saniyede aldı ve beni bir başıma bıraktı”.
Başını önüne alıp derin bir “ah” çekerek “Siz hiç birkaç saniyede herşeyinizi kaybettiniz mi? Ben kaybettim bak” demişti gözleri dolu dolu ve devam etmişti;
“Sen yıllarca aynı yastığa baş koyduğun eşinin paramparça olmuş cesedini gördün mü enkaz yığını arasında? Bahçene sırayla dizilen cenazelerin yaz sıcağındaki kokusunu almadan enkaz çalışmalarına katılanlara su dağıttın mı? Hastane morgunda duanın ipine sarıldın mı Allahım ne olur bana bağışla onları diye yalvar yakar. Var git evladım bişeyim yok artık çünkü veren, aldı hepsini.”
Bence içsel bir hicret, yürek ülkemizi ‘inşa’ zamanı.
İşim bilimsel yönü ilgi alanıma girmiyor. O konuda derinlemesine araştırmalar zaten günümüzde yeterince var.
Ama her deprem gerçeği bana Kur’an-ı Kerim’de 145 geçen defa geçen “hayat” ve yine 145 defa geçen “ölüm” kavramlarıyla birlikte kıssaları ve kavimlerin helak edilmelerinin sebeplerini anımsatıyor. Hani bizim geçmişte yaşanmış bitmiş olarak gördüğümüz, “masal” olarak addettiğimiz ama her satırı ve her ayetiyle “diri” olan ve kıyamete kadar da bu diriliğini koruyacak olan olaylar silsilesini.
Her bir kavmin helakına sebep olan günahların sebep olduğu Gazabullah’ı irdeleğinizde ise karşınıza iki korkunç gerçek çıkıyor;
İlki “iyi” olanların da “kötü”lerle birlikte helak edildiği gerçeği ki burada “pasif” iyiler ısrarla uyarıldıkları halde “aktif” iyi haline gelip “kötü”leri engellemedikleri için cezalandırılıyorlar.
İkincisi ise o kavimlerin her birinin helakına sebep olan günah, haram ve yasakların artık günümüzde “kanıksanır” hale gelmekle birlikte yazık ki artık bir şehirde, bir mahallede hatta bir evde işlenir hale gelmesi.
Ben Gazabullah’ın harekete geçmemesini sadece artık zamanın “ahir”i yani bitimi olarak okuyorum. Yoksa zaten yarattığı her şeyin “ölümlü” olduğu ve “ecel” şerbetini içeceğini defalarca hatırlatıyor ilahi kelam.
Bu, madalyonun aslında bizim ötelediğimiz, kaçtığımız, üstünü örttüğümüz yüzü aslında.
Madalyonun bir de öteki yüzü var. Hayatın içinde akıp giden, hayatın atar damarlarında atan ikinci yüzü. Yani bir böcek, kelebek, arı olarak değil de “insan” olarak gönderildiğimiz bu dünyada vermeye çalıştığımız ve artık yazık ki “kıldan ince kılıçtan keskin” o yol ayrımında “insan kalma” mücadelesi.
Deprem olur olmaz dil, din, renk, düşünce, mezhep ayrımı gözetmeksizin tüm zerrelerimle hamd etmeme sebep olan bir yardımlaşma hareketi Edirne’den Ardahan’a, Hakkari’den Muğla’ya mümbit coğrafyamın her tarafında hayat buldu. Kimimiz kavli duasıyla, kimimiz fiili duasıyla tek yürek olduk ve Rabbimin rahmetini celbedecek bir beraberlik ruhu koyduk ortaya.
İyi de neden sadece başımıza bir felaket geldiğinde?
Neden sadece böyle günlerde?
Neden ölümü, kardeşliği, birliği, beraberliği, yardımlaşmayı, merhameti sadece böyle günlerde anar hale geliyoruz? Neden acziyetimizin farkına böyle günlerde varabiliyoruz?
Neden Rabbimizin bu şefkat tokatlarından sonra nefretin yerini merhamet; kinin yerini kardeşlik; şirkin yerini tevhid; batılın yerini hak; karanlığın yerini aydınlık; maddenin yerini mana; alışkanlıkların yerini aşkınlık; hüsranın yerini gufran; küfranın yerini şükran; kabuğun yerini çekirdek; aracın yerini amaç; malumatın yerini marifet; sözün yerini davranış; rivayetin yerini riayet; tasarrufun yerini tasadduk; israfın yerini paylaşma; hırsın yerini huzur; tamahın yerini kanaat; benliğin yerini birliktelik; Kabil’in yerini Habil, hevanın yerini takva, öfkenin yerini itidal almıyor?
Veya neden “benim” le başlayan cümlelerle kavgamızı başlatamıyor, taşıdığımız canın dahi ‘bize ait olmadığını’ fark edemiyoruz? İçtiğimiz suyun, giydiğimiz hırkanın, ayağımızdaki ayakkabının, ağzımıza aldığımız lokmanın üzerinde dahi bir tasarruf hakkımız olmadığının farkındalığını neden elde edemiyoruz?
Çektiğimiz her ızdırap, ona neden ve nasıl düştüğümüzü ve ondan nasıl kurtulacağımızı gösteren işaretler taşırken acılarımızı gözleyerek kaderin ve kalemin sahibinin bize ne öğretmek istediğini keşfetmemiz gerekmiyor mu?
Haydi başımızı ellerimizin arasına alalım ve “doğum, cinsiyet, aile ve ölüm” olarak nitelendirilen ‘cebr-i kader’ dışında herşeyin irademize bırakıldığı bu dünyada yaşımız kaç olursa olsun; yaşanmışlıklarımız ne olursa olsun tefekkür deryasında kulaç atalım;
Şu an, evet hemen şuracıkta, ben bu satırları yazarken ya da siz okurken; bize “emanet” edilen “can”ın asıl sahibi bizden emanetini alsa…
Ne kattık bu dünyaya?
Dünya ne kaybederdi yokluğumuzla? Gidişimizle kaç iş aksardı ? Kaç kişinin canı yanardı? İnsanlar sizi, beni gidişimizden sonra “ne şekilde” anardı?
Eğer kalmamız ile gitmemiz arasında bir “fark göremiyorsak” nedir var olmamızdaki amaç? Yeme, içme, uyuma ve üreme mi?
Ya iyi de bunu hayvanlar da yapmıyor mu?
Karnımızı doyurma, günlük geçim telaşı mı? Siyasi kavgalar, onu bunu çekiştirmeler, gıybet, dedikodu, hayatımızdaki pisliklere odaklanmak yerine kendimizi kusurdan beri görerek başkasının kusur, hata ve eksikliklerine odaklanmak mı?
( Başta kendi nefsim ) başımız önümüze düştü ve sükût ettik değil mi?
Çünkü, her birimiz yazık ki kendini kurtarma telaşı içinde dünya gailesinin girdabında boğulup gidiyoruz.
Evet pek çoğumuz namaz kılıyor, oruç tutuyor, sinirleri alınmış olsa ve yazık ki içi boşaltılmış olsa da zekatımızı veriyoruz ; hatta yetmiyor ömürde defalarca kez hacc yapan hemen her yıl umre yapan inananlar (!)ın sayısı gün geçtikçe artıyor.
Buraya kadar herşey güzel…
Peki, yukarda arz ettiğim gibi söz ve eylemlerimizde Allah nerede? İnsanlar bize bakınca Allah’ı hatırlıyor mu? Bizim yaşantımız etrafımızdakilere “takva” kokusu yayıyor mu? Biz yünlü seccadelerimizde saray yavrusu evlerimizde Firdevslere talip iken dışardaki kaç imdat çığlığına kulak kabartabildik, kaçının feryadına yetişebildik?
Kaç kişi vesilemizle Rahman’ın kelamına yöneldi? Kaçı bizim vesilemizle Halık’ı ile barıştı? Kaç yetimin başını okşadık? Kaç yoksul sofrasına konuk olduk? İnsanlar elimizden, belimizden ve dilimizden emin mi?
Ellerimizi açıp dua ettiğimizde eşimizin, çocuklarımızın, dostlarımızın ve sevdiklerimizin arasına kaç mazlum girebildi, kaç hastaya şifa dileyebildik, kaç yetim için gözyaşı döktük?
Kız çocukları diri diri toprağa gömülüyorken kaçını kurtarabildik? Dünya üzerinde 1,5 milyar insan aç iken kaçına uzanabildik? Üzerine ölü toprağı seçilmiş hangi ruhta inşirah yaratabildik? Siyonist şeytanlık dört bir yanımızı sarmışken, emperyalizmin elinde inim inim inliyorken, kapitalizm bugün dünya üzerinde en büyük “din” iken kaç kişiyi HAK ile uyarabildik?
Bu din “güzel ahlak”tan ibaret iken kaç kişi bizim ahlakımıza hayran olup bu din-i mübine yöneldi?
Allah’a olan namaz, oruç, zekat, hacc borcumuzu (!) öderken ; O’nun en muhteşem ayeti olan ve bize emanet ettiği insanlara karşı adalet, merhamet, şefkat, rahmet, nezaket borçlarımızı ödeyebildik mi?
Bu dünyada başkasına faydası olmayan imanımızın ötelerde bizi kurtaracağına mı iman ettik? Madem öyle neden binlerce sahabi “tebliğ” uğruna yerinden, yurdundan, evinden, ocağından binlerce km ötede neden can verdi?
Güsul abdestimizde gösterdiğimiz hassasiyetimize karşılık kaçımızın hayatında kul hakkı hassasiyeti var?
Dün yüce Allah’a şükürler olsun ki; Vedd, Sanem, Hubel, Menat, Uzza, Lat ve daha nice putları yıktık. Acaba bugün; kadın, mal-mülk, ırk, şöhret, benlik ve özellikle de para putlarının kaçını yıkabildik? Namazlarda yukarıdaki 6 tane put aklımıza bile gelmiyorken, aklımızdan hiç çıkmayan alttaki 6 tane putu nasıl kıracağız?
Bugün yeryüzünde 1,5 milyar insan aç dolaşıyor, öte yandan bir adam tek başına bir kıtanın açlık sorununu çözecek servete sahip ve buna rağmen her gün hep haykırdığım gibi 32 bin insan açlıktan ölüyor!
Açın ve Kur’an ayetlerini irdeleyin…
Göreceksiniz ki; Allah’ı en çok rahatsız eden şey kendi yarattığı dünyası üzerinde “aç, çıplak, susuz ve güneşin sıcağında yanan” insanların bulunmasıdır. Kur’an; kimsesizlerin, yoksulların, düşkünlerin, yetimlerin, eşitsizliğin çığlığıdır!
Allah müstağnilere, insanlar üzerinde hegamonya kuranlara adeta savaş ilan etmektedir!
Allah’ı en çok hoşnut eden şey ise, zenginler ve yoksullar arasındaki uçurumun giderildiğinin görülmesidir.
İlk 23 sürede Allah adeta mustağnilere yani mal, mülk toplama hırsı ile dünyaya tapanlara adeta savaş ilan etmektedir.
Yani; Allah, insanların ihtiyacı, umudu ve arayışında müzahir oluyor.
Mehdi bekleyenler… Umudu ve arayışı diri tutmak, canlandırmak, yaymak ve örgütlemek Allah’ın gören gözü, işiten kulağı ve yürüyen ayağı olmak demek değil mi?
Bakın ne diyor İlahi mesaj…
“Orada (yeryüzünde) aç kalmazsınız, çıplak olmazsınız, susuzluk çekmezsiniz, güneşin sıcağında yanmazsınız.” (Taha; 118-119)
Yani “yasak ağaçlardan” (adam öldürmek, hırsızlık, yolsuzluk, fuhuş, zulüm, işgal, şiddet, sömürü vb.) yediğiniz takdirde açlık, çıplaklık, susuzluk, yanma; ateş, kaos, deprem, sel, yangın ve krizden kurtulamazsınız…
Bunlar olmadığı takdirde yeryüzü sizin için “cennet” aksi halde “cehennem” olur…
Allah bizden ne zaman mı razı olur?
Son aç doyurulduğunda, son çıplak giydirildiğinde, son susuz suya kavuşturulduğunda, son yangın söndürüldüğünde…
Ve tüm bunlara neden olanlar alaşağı edildiğinde…
Sonuç mu ?
Yeryüzünün cennete veya cehenneme çevrilmesi bizim kendi ellerimizle yaptıklarımızdan dolayıdır. Her kim her sabah üzerine güneşin yeniden doğduğu, çiçeklerin açtığı, nehirlerin aktığı, kuzuların melediği, kuşların uçuştuğu, insanların cıvıldadığı bu yeryüzü cennetini “yasak ağaçlara” dokunarak “cehenneme” çevirirse ettiğini bulacaktır. Her kim de cehenneme çevrilmiş yeryüzünü tekrar cennete dönüştürmek için çalışırsa karşılığını eksiksiz bulacaktır…
Ne dersiniz? Depremi Rabbimizin şefkat tokadı olarak okuyarak; uyanma zamanı gelmedi mi?
Aramızdan ayrılan tüm kardeşlerimizi rahmetle anıyor; yaralı kardeşlerime acil şifalar diliyor; gerek kavli gerek fiili dualarıyla birlik beraberlik tarlamıza ektikleri merhamet tohumlarını yeşerten ve yarına dair umutlarımızı yeniden canlandıran tüm kardeşlerimizin yüreklerinden öpüyor; böyle mümbit bir coğrafyanın ‘evladı’ olmamdan kaynaklı Rabbime tüm zerrelerimle hamd ediyorum.
Müebbet muhabbetle…