Hep dostlukların olmadığından, samimi dostlukların kurulmadığından şikâyet eder dururuz. Bazı nezih ortamlarda dostların azlığından yakınırız. Nedense dostsuz olmamızın  sebebini, bir nebze de olsa “acaba bende de suç yok mudur?” diye asla özeleştiri yapmayız. Hep kendimizin haklı olabileceğini düşünerek samimi dostlukların oluşmasına setler çekeriz.

Eğer dostlarımız yoksa,  kalıcı ve etkin dostluklar kuramışsak, öncelikle “inneyi kendimize, çuvaldızı başkasına batırmalıyız”

Kusursuz dost aramak uğruna bir, dostumuzun hal ve hatırı sormaya gitmemiş, bir fincan kahvesini içmek için uğramamışsak elbette suçu kendimizde aramalıyız.

Unutmayalım ki; kusursuz dost aramaya başlamanın neticesinde dostsuz kalacağımız da aşikardır.Onun için illaki dost diye bildiğimiz kişilerin muhakkak bir fincan kahvesini içmeye gidelim.

Zamanımızdan, çalışmalarımızdan ve önemli diye bilinen bir takım dünyevi nimetlerden feragat ederek, dostlarımızla bir olmanın, tek yürek, yek vücut olmanın yoluna arayalım.

Şimdi hayatımız ne kadar dolu olursa olsun, her zaman dostlarınız  ve sevdiklerinize bir fincan kahve içecek kadar vakit ayırmayı, onlarla sohbet etmeyi unutmamamız gerektiğini hatırlatan bir öyküyle başbaşa bırakıyorum.İnşallah bu yazıdan sonra dostlarınıza zaman ayırır ve bir fincan kahvesini içersiniz.

“““Bir gün bir profesör, felsefe dersindedir. Masasının üzerinde birkaç kutu vardır. Ders başladığında, hiçbir şey söylemeden, önüne büyükçe bir kavanoz alır ve içerisini tenis topları ile doldurur ve öğrencilere kavanozun dolup dolmadığını sorar. Öğrenciler ittifakla kavanozun dolduğunu ifade ederler.

Bu sefer profesör önündeki kutulardan bir tanesinden aldığı çakıl taşlarını,çalkalayarak kavanoza döker, böylece çakıl taşları kayarak, tenis toplarının aralarındaki boşlukları doldurur. Ve öğrencilere tekrar kavanozun dolup dolmadığını sorar; Onlar da 'evet' oldu derler.

Tekrar profesör masanın üzerindeki diğer kutuyu eline alır ve içindeki kumu yavaşça kavanoza döker.

Tabii ki kumlar da çakıl taslarının aralarındaki boşlukları doldurur. Ve tekrar öğrencilere kavanozun dolup dolmadığını sorar. Öğrenciler de koro halinde 'evet' derler.

Bu sefer, profesör masanın altında hazır bekleyen 2 fincan kahveyi alır ve kavanoza boşaltır, kahve de kumların arasında kalan boşlukları doldurur.

Öğrenciler gülerler!

Profesör öğrencilerin gülüşünü destekler 'evet' diyerek; 'Ben bu kavanozun sizin hayatınızı simgelediğini ifade etmeye çalıştım' der.

Şöyle ki; Bu tenis topları hayatınızdaki önemli şeylerdir; dininiz, ibadetleriniz, aileniz, çocuklarınız, sıhhatiniz, arkadaşlarınız ve sizin için önemli olan şeylerdir.

Şayet diğer şeyleri kaybetseniz de, bu önemli şeyler kalır ve hayatınızı doldurur.

O çakıl tasları ise daha az önemli olan diğer şeylerdir; işiniz, eviniz, arabanız vs.

Kum ise diğer ufak tefek şeylerdir. 'Şayet kavanoza önce kum doldurursanız...' Diye, anlatmaya devam eder, çakıl taşlarına ve özellikle de tenis toplarına (yeterli) yer kalmaz.

Aynı şey hayatımız için de geçerlidir.

Vaktinizi ve enerjinizi ufak tefek şeylere harcar, israf ederseniz, önemli şeyler için vakit kalmayacaktır.

Dikkatinizi mutluluğunuz için önem arz eden şeylere çevirin.

Çocuklarınızla oynayın.

Sıhhatinize dikkat edin.

Eşinizle yemeğe çıkın.

Evinizin ihtiyaçlarını karşılayın.

Öncelikle tenis toplarını kavanoza yerleştirin.

Öncelikleri, sıralamayı iyi bilin.

Gerisi zaten hep kumdur.

Bu ara bir öğrenci parmağını kaldırır ve sorar; 'Pekiyi, o iki fincan kahve nedir?

' Profesör gülerek: ' bu soruyu sorduğuna sevindim.'

Hayatınız ne kadar dolu olursa olsun, her zaman dostlarınız ve sevdiklerinize bir fincan kahve içecek kadar vakit ayırın!'””

Yukarıda sayılanların hangisini nasıl ve ne derecede yapıyoruz bilmiyorum; ama bildiğim şey bundan ötesi size kalmış.

Sonra şikâyetçi olmamak için, yapıp, yapmamak tâbi ki sizin insiyatifinizde...