*** HIZIR ***

“Sınırlı bir akılla donatılan Âdemoğlu, Tanrı'da ve O'nun yarattığı her şeyde sınır arar; sonsuzluğun sınırını sorar… Her yeni keşifte Tanrı'ya inancım değil, O'nun yüceliğine olan hayranlığım katmerlenir.”(Torlakon)

Bilime inanırız, en başta da onun matematiğine… Her zaman dört etmesi umulur ikiyle ikinin çarpımının veya toplamının. Fakat kimi zaman ikilere kırk takla attırıp çarpsak veya toplasak yine de dört etmez. Buna paradoks deniyor.

İnandığımız bilimin “bu benim paradoksumdur” diyerek açıklamasız bıraktığı durumlardan şuraya varmamız gerekiyor:

Her hesap kurtuluş da olmayabilir, batış da… Hayat da kaçınılmaz olmayabilir, ölüm de… Cennet de garanti değildir, Cehennem de… Kısacası; mutlak ‘mutlak’ olmayabilir… Burada saklı olan ‘Tanrının hesap hakkı’dır. Yâni; Hakkın Hesap Hakkı(3H)… Onun için hiçbir zaman Allah’tan UMUT KESİLMEMELİDİR!...

Doğuştan görme engelli olan 60’lı yaşlardaki bir Amerikalı, bahçe işleriyle uğraşırken yakındaki bir ağaca düşen yıldırımın etkisiyle görmeye başlar… Bulgar vatandaşı Vangelia Pandeva(31 Ocak 1911 - 11 Ağustos 1996) ise yine yıldırım çarpması sonucu 16 yaşında kör olur ve bütün dünyanın tanıdığı bir kâhine dönüşür. Görmeyen gözleriyle daha çok şeyi görür olmuş, kehânetlerinin %80’inin doğruluğu tescillenen Baba Vanga (Vanga Nine) adını almıştır artık…

Dünyada pek çok örneği bulunan bu tür yıldırım veya elektrik çarpması olaylarına bilimce açıklama getirmek hiç de zor değil! Titreşim veya şok etkisi nedeniyle sinir bağlantısının sağlanması veya kesilmesi durumu. Teli koptuğu için aydınlatmayan akkor lambalarda elektrik varken titreştirip tel teması sağlandığında derhâl ark oluşturur ve yanmaya başlar. Geleneksel sağaltım yöntemlerinden olan “kurşun döktürme” olayında da işleyiş benzerdir; dökme esnasında oluşan sesin şok etkisi nedeniyle sağlanan sinir veya hormonal dengelenmenin iyileştirici özelliği… (Dur yav! İyi ki aklıma deldi! Urkuya ninem toprağa garışalı 50 yıl filan olmuş olabilir fakat belki gızañları ocağını canlı dutuyodur; gidip bi’ gurşun dögdüren de belki gulag çıñnamam giderJ)

1966 Eylülünde Arizona’daki 30 tarla işçisi, hiç bulutsuz ve masmavi gökyüzünden gelen bir yıldırımca çarpılır ve içlerinden üçü ölür. Olay yerini ve etkilenenlerin durumunu incelemeyi çok isterdim… Bu da bilimce açıklanabilir bir olaydır. Çünkü bir elektrik olayı olan yıldırım sadece bulut veya yağışa bağlı değildir. İyon oluşumunun doğadaki temel kaynağı sürtünme esaslıdır. Gaz, toz, kar, buz, hışırdayan yapraklar vs kaynaklı iyonlarda ana etken de rüzgârlar olup bölgedeki graviteye(yer çekimine) bağlı fay, heyelan, çığ, çağıldayan sular veya volkanik ya da bir takım tesislerden yayılabileceklerle bir bütün hâlinde değerlendirilip açıklanabilir.

Dolayısıyla, sadece o gün için değil, geriye dönük meteorolojik veriler de değerlendirilmeli ve iyon yoğunlaşmasının izi sürülmelidir… Bu arada, tarladaki işçilerin veya futbol sahasındaki sporcuların vücutlarından yükselen sıcak ve nemli hava yıldırıma kılavuzluk etmekte “gel hele, senin aradığın burada!” demektedir. Aynı durum; daha yükseklerde ağaçlar dururken, daha aşağılarda bulunan ağaç altlarındaki veya açıklıktaki insan veya hayvan kümelenmelerinin yıldırıma hedef olmalarının da nedenidir…

ABD'nin Virginia Eyaleti'nde emekli bir park bekçisi olan Roy Sullivan 1942-1977 yılları arasında 7 kez yıldırıma çarpılıp ufak tefek sıyrık ve yanıklarla hayatta kalmış fakat 1983 yılında intihar ederek ölmüştür… Bilirkişilerin buna trajik veya dramatik bir açıklama bulması da zaten zor değil: Umuda açılan bütün yolların tıkandığını düşünmüş veya “hayat sigortam, kurşun işlemesini de kapsıyor mu acep?” diye kafasına sıkmıştırL

Binlerce metre yükseklikteki uçağın kapısının âniden açılmasıyla oluşan girdabın etkisiyle yolcular dışarı fırlar ve feci şekilde ölürler(olayın ayrıntılarına ilişkin notlarımı arasam belki bir senede bulamam, bilen bildirirse memnuniyetle eklerimJ). Dokuz bin metrenin üzerinde gerçekleşen bu olaydan tek kurtulan genç kız ise “kendisini meleklerin yere indirdiğini” söylemiştir. İşte burada durum değişiyor ve bir paradoks çıkıyor karşımıza… Normâl şartlarda 10.000 metre yüksekten düşenler 3 dakikada yere çakılırlar. Kalın giysilerle birlikte kol ve bacaklar yanlara açılıp yere paralel olarak düşülecek olursa bu süre 4 dakikaya kadar uzayabilir. Bu bile 150km/saat hızla yere çarpmak demek… Paraşütü açılmayanlarda olduğu gibi bu hızı 50km/saat’e indirebilirsek mûcize kabilinden belki üç beş kırıkla kurtulmak mümkün. Eğer böyle bir durumda kaportamız sağlam kalsın istiyorsak, atlama hızımızı onda bire indirmemiz gerekiyor (5,5m/sn). Düşme hızımızı ise korumamız (55m/sn) gerekiyor yoksa yolculuk 30 dakikayı bulur ve bu sefer de hipotermi (donma) ile hipoksi (oksijensizlik) nedeniyle kendimizi kaybedip telef olabiliriz. Dolayısıyla böyle bir olaydan kendi irâdemizle kurtuluş mümkün görünmüyor ve farklı kültürlerde farklı kimliği olan (Hızır, Melek, Büyük Ruh, kimilerinin ölmüş yakınları vs) sıradışı bir kurtarıcı gerekiyor…

Bir insanın su üzerinde ayakta durabilmesi için ya vücut ağırlığını yüzde bire indirmesi ya 100km hızla koşması veya ayaklarının(ayakkabılarının değil) taban alanını vücut ağırlığı kadar metrekareye çıkarması gerekiyor… O kadar ayak tabanıyla uğraşmak olacak iş değil! Hız konusundaysa 25km’yi geçemiyorum. Yani bu da yaş iş! Geriye kalıyor hafifleyebilmek!... Trans, meditasyon veya râbıta gibi hâllerle başarabilmek mümkün. Yâni kendimizi, Kızılderili emmilerimizin ifadesiyle “Büyük Ruhun Çekimi”ne bırakmamız gerekiyor…

Kulun yapması gereken şey; her türlü tedbiri almak ve kendi irâdesini, yaratıcı gücün iradesiyle bağlamaya (ark oluşturmaya) çalışmaktır… Uzakdoğu kökenli olup evrenin ve doğanın işleyiş düzenlerini anlatan ‘Yin Yang’ öğretisinin mantığı da bunun bir kısmını kapsar: Her şey zıddıyla kâimdir(beyaz-siyah, iyi-kötü, güzel-çirkin, sağlık-hastalık, doğum-ölüm vs), yan yana, hattâ iç içedir; her an yer değiştirebilir. Her aydınlık bir kara gölge, her karanlık da bir ışık saklar içinde. Gölgeyi büyütüp tüm hayatı karartmak veya karanlığın içindeki ışığı büyütüp tüm hayatı aydınlatmak kişinin irâdesine bağlıdır… Yâni bu öğretideki, kulun kendi (cüzzî) irâdesiyle sınırlı bir durumdur. Asıl mârifet, küllî iradeyle bütünleşebilmektir…

Çevremizde hayatı kolaylaştırmak için birçok örneklemeler sunulmuştur. Grafit ve örümcek en çok öne çıkanlardır… Doğadaki en sert madde olan elmas gibi grafit de bir karbon kristalidir. Diğer yüzeylerinde elmas kadar sert (10) olduğu halde, taban yüzeyinde en yumuşak (1) maddedir. Bu bize şunu anlatır: Uğraştığınız şeyde fazla zorlanıyorsanız, bakış veya yaklaşım açınızı değiştirin… Doğadaki en zayıf evin sahibi olan örümceğin, bu evi yaptığı ipin sağlamlığı çelikten 5 kat daha fazladır. Bu da bize şu dersi verir: Güçlü olduğunuz halde kendinizi ne kadar zayıf gösterirseniz, düşmanlarınızı da o kadar kolay halledersiniz…

Büyük Sahra Çölünün ortasında yapayalnız olduğunu bilen bir kişi “Ey insan!” diye bir nidâ işitse, muhâtabın kendisi olduğunu nasıl bilebilirse; “Ey Allah!”, “Ey Hüdâ!”, “Ey Tanrı!”, “Ey Manitu!” vs diye medet edildiğinde, evrenin sahibi olan büyük irâde de kendisinden yardım istenildiğini elbette bilecektir. Herhangi bir şekilde yardım O’nun takdîrine bağlıdır; istemezse hiçbir şekilde olmaz. Hızır, Melek veya herhangi bir doğa olayı o takdîre göre hizmet eder veya edemezler… Onların şeklini aynı kalıpta veya erkek ya da ihtiyar olarak düşünmek yanlış olup, çok farklı kılıklarda ve yaşlarda karşılaşmak mümkündür. Sadece, onlarla sürekli olarak görüşenler için aynı çehre söz konusu olabilir. Kimi zaman da hiç göze görünmeden medet olurlar; kapınız çalınır, dışarı çıkıp baktığınızda onu göremez fakat, o anda evinizin üzerine bir kamyon düşerek veya depremle yıkılarak altında kalmaktan kurtulduğunuzu görürsünüz…

Bir bayram sabahı yengem kahvaltıyı hazırlamış ve bayram namazından gelecekleri bekliyor. Bir de bakıyor ki çay şekeri yetersiz; kâsenin dibinde bir parmak kadar kalmış. Çocuklar gelince bakkala göndermek istiyor, fakat hiç kimse de gitmek istemiyor. O da diyor ki “İkinci bardağınızı şekersiz içersiniz ona göre!”. Bu sırada dış kapı çalıyor. Kapıya koşan yengem, karşısında bütün cepleri yumurta dolu olan tuhaf bir ihtiyar görüyor ve “Buyur amca” diyor. “E gızım bana şöle bi kâse dibinde bi barmak gadar şeker getiriñ mi?” cevabını alınca hemen içeri koşuyor ve nasıl olsa bize de yetmeyecek diye vermek istiyor. Kâseyi kapıp da kapıya koştuğunda ise ihtiyarın kaybolduğunu görüyor. Vardır bunda da bir hayır diyerek geri dönüyor. Sonuçta kahvaltıda o şekeri kullanmak zorunda kalıyorlar fakat ne hikmetse bitmiyor ve akıllarına da hiç gelmiyor. Birkaç gün daha o bir parmak şeker tükenmeyince jetonları düşüyor ve kendi kendilerine soruyorlar; “Bizim şekere ne oldu da böyle oldu; yoksa o gelen ihtiyar Hızır mıydı?” diye. Onlar böyle söyleyince şeker de tükeniyor. Hiç ses etmeselerdi sonsuza kadar şekeri beleşe getireceklerdiL

Dolu felaketli bir günün akşamı kırılan ağaç dallarının yollarda gezdiği Malatya’da karşıma çıkan bir ihtiyarın sıradışı birisi mi yoksa profesyonel bir dilenci mi olduğu konusunda bir hayli git-geller yaşamıştım. İlk defa gördüğüm bir şahıs, çocuklarımın kurbanı eksik diye benden kurban parası istiyordu ve sanki beni ve ailemi çok yakından tanıyor gibiydi. Harcamalar genellikle kartla yapıldığı için üzerimde sadece birkaç kere helaya gidilebilecek kadar para vardı. Sonuçta o paraların hepsini vererek işi tatlıya bağladık. Bu arada eğer arkadaşlarımla birlikte hareket etme zorunluluğum olmasaydı, onun yanında memnuniyetle hizmetçi gibi yardımcı olabileceğimi de özellikle belirttim. Sarılıp vedalaşarak onun kokusunu üstüme sindirmeden önce nerede kaldığını sorduğumda “orada-burada” diye, memleketini sorduğumda da “Pınarbaşı” şeklinde cevap almıştım. Böylelikle de zokayı yutmuştum; memleketimizde yirmi kadar Pınarbaşı ve bir dünya da pınar başı olduğu halde, bölgeye yakın olması hasebiyle Kayseri-Pınarbaşı gelmişti aklıma. Orada-burada devriyede olan Hızır ve İlyas(A.S.)ların her yıl buluştukları yer bir pınarın başıymış. Belki de bundan kasıt Zemzem pınarının başıdır… Adını niye sormazsın be şaşkın! Fakat ahdım var! Bir daha karşılaşırsam adını da soracağım! Tabi karşılaşırsam…

Dilimi tutmalıydım. “Ne geçti aranızda o ihtiyarla?” diye soran ekip arkadaşlarıma “En az bir yıl geçmeden hiçbir şey söyleyemem” dedim. Çünkü önce o kurban konusunu halletmeliydim… Bu arada onun dualarının tez zamanda ne şekilde karşılığını bulacağımı da merakla düşünmekteydim. Ertesi gece aynı vakitlerde Adıyaman-Gölbaşı yokuşunun tam da ortasında bırakılmış bir tır zihnimi kurcaladı. Zifiri karanlıkta ve hiçbir uyarı-ışık belirtisi olmadan ne diye duruyordu orada! Aklımda bizim ihtiyarın duaları olduğu halde şunu düşündüm: İşte benim imtihanım bu! Her ne kadar cipi aşağıdan hızla kaptırsam da o dik yokuştaki tırı sollayamayacağım. Zifiri karanlıkta da olsa tepeden şavkarması beklenen ışık hüzmeleri olmayacak ve sanki o âna kadar farları yanmayan büyük bir araç pusudan fırlar gibi önümde belirecek. Tırın tam orta hizasına gelince burun buruna geleceğiz. Aynen öyle oldu. Araçlarımız tırın orta hizasında kafa kafaya, otobüsün şoförü de benimle göz göre gelmiştik. Aramızda yarım metre ya kalmış ya kalmamış. Şoförle birbirimize bakışıp gülüştükten sonra aracımı geriye salarak tırın ardına geçip yol verdim. Daha sonra da o tenha yolda sakince yollanıp gittik. Geçeriz diye hırs veya inat etseydim, bana emânet durumundaki üç arkadaşla birlikte telef olurduk… Genzimden uzun süre kokusu gitmeyen o ihtiyarın duaları kim bilir daha ne belaları def etmiştir. Eski avcılardan olup pek yaman koku aldığım için özellikle dikkât ettim; insana ve özellikle de yaşlılara özgü hiçbir koku belirtisi yoktu; Mevlâna, Hacı Bayram, Hacı Bektaş ve Bizim Yunus’un diyarlarına vardığınızda bir koku alırdınız ya, işte o koku…

Mîrac olayını sonsuzluğa uzanan bir merdivenin zirvesi olarak zihnimizde canlandıracak olursak; bu merdivende birkaç basamak tırmanmanın ne demek olabileceğine kafa yoralım. Cezbe denilen yâni “Büyük Ruhun Minik Ruhu Çekmesi” olayı sonucu rahatlıyorsunuz. Bu rahatlama farklı algılamalarla kendini gösteriyor:

*Toprağın üstünde bir süre çırpındıktan sonra suya kavuşan balık misâli,

*Bataklıkta boğulmak üzereyken bir el tarafından çekilip temiz bir göle çarpıla çarpıla arındırıldıktan sonra çimenlerin üzerine bırakılma misâli,

*Bir güneşin içe çökmesi gibi beden büzülürken, yüreğin dışa fırlama isteğiyle sarsılma, korkunç bir enerjinin ortaya çıkması… Sanki üzerinizde tonlarca yük vardı da alındı; her türlü kaygı, korku ve pişmanlıklarınızdan arındınız. Dünyaya vedânızın da böyle bir huzur içinde olmasını istiyorsunuz… Fakat ne oluyor; merdivenlerden geri indikten sonra kısa zamanda dünyalık meşgâle ve kaygılara tekrar kapılarak aynı bataklığa dönüyorsunuz… Peki dönmeyip de tırmanmayı sürdürürseniz ne oluyor; Yunus oluyor ve “Bir zerrece Hak’tan gayrı gözüm nesne görmez benim” diyorsunuz. Daha da ötelere giderseniz Hallac gibi “En’el Hak” diyorsunuz ve sizi dâra çekiyorlar. Yunus’un yaşadığı hoşgörü diyarlarında bunları söylüyorsanız size dokunmuyorlar:

"Evvel benim, âhır benim, canlara can olan benim,
Azıp yolda kalmışlara, Hızır medet olan benim.

Bir karara tuttum karar, sırrımı benim kim duyar,
Gözsüz beni nerde görür, gönülde gizlenen benim.

Yunus değil bunu diyen, kendiliğidir söyleyen,
Kâfir olur inanmayan, evvel-âhır-heman benim."

Artık ne korku kaldı ne keder. “Bana seni gerek seni” diyordunuz, kavuştunuz. Önceleri ayağınıza takılan taşlar yolunuzdan çekilir olmuşlar. Yakmaya çalışan ateşler boyun eğmiş; boğmaya çalışan azgın sular başları üstünde taşır olmuşlar…

“Hayâtın görünen şekline kapılarak rûhunu mahkûm etme!. İknâ et, ateş seni yakmasın!. Ateşin yakıcı olması doğası gereğidir. Eğer onu iknâ edemiyorsan pişmemişsindir!.”(Torlakon öğretisi)

Azıcık boyut değiştirmek, biraz hafiflemek ve rahmet deryasında serinlemek için alttaki resim bağlantı kurmaya, ark oluşturmaya belki yardımcı olabilir. Bu resim Bursa Orhaneli Söğüt Köyünde James L. Stanfield tarafından çekilmiş. Bu Yörük çocuğunu arayıp bularak bugünkü duygularını öğrenmeyi çok isterdim…

Resimdeki pencere çerçevesi sizin hayâlleriniz; solmuş, çatlamış ve dökülmüş olsa bile hâlâ hayata direniyor ve umutlarınızı canlı tutmaya çalışıyor.

Pencere camı sizin hayatınız. Size güç veren tutkallar çoktan dağılıp dökülmüşler. Düşüp bin parça olmanın eşiğindesiniz. Paslı ve çelimsiz üç pir çivi size destek oluyor. Belki bir tane de alt kenarda var. İşte bunlar en zor zamanlarda size omuz veren gerçek dostlar. Sağda solda belki de onların yüzüne bile bakan yok. Oysa o paslı ve çelimsiz demir derbederler sizin için altından daha değerli. Çünkü onların değerini en iyi siz biliyorsunuz…

Çocuğun üzerindeki giysiler muradınız idi. Şu anda her bir parçayı hangi mekânda ve zamanda çürümeye terk etiğinizi bile unuttunuz. Ellerdeki kına ise artık görünmüyor çünkü özünüze işledi. Özünüze işleyen gerçeğin yansıması ise gözünüzde. Çocuğun gözlerinde… Hayatın özü işte bu bakışlarda: Korku yok, endişe yok, heyecan yok, şaşkınlık yok, sorgulama yok, üzüntü yok… Var olan sadece hüzün. Çünkü bu dünya bir hüzün diyârı. Sevinç ve üzüntü hep yan yana. Bunun ortası da zaten hüzün demek. Ondan dolayı hüzünlü bakar feraset ehli. Huzur diyârından bir süreliğine atıldık buraya. Görmezden duymazdan gelsek de değiştiremiyoruz bu gerçeği. İşte bu çocuğun bakışlarındaki sır; mâsumiyetinin ona kazandırdığı ferasetle bakıyor ve görüyor; ardından bakakaldığı düğün alayındakilerin kaderlerini. Hiç sesini çıkarmıyor ve sadece hüzünleniyor. Levh-i mahfûz’u görebilseydiniz, siz hüzünlenmez miydiniz?...

Sözün özü: El attıkça kayıp kopup giden fânilere bel bağlamayıp, büyük irâdeyle ark oluşturarak bütünleşmeye bakmak gerek. O’na ister Hu deyin, isterse Hudâ… O, kendisine denildiğini bilir. O isterse Hızır’ı, isterse veziri, isterse de size sizi imdâda gönderir de ruhunuz bile duymaz…

Bu orkide kısacık hayatında hiç uçan bir ördek görmedi. Büyük bir ihtimâlle onun ataları da öyle… İşte ona böyle çiçek açmasını öğreten ve ilmiyle tüm evreni kuşatan BÜYÜK İRÂDE’dir…

Kaynak: TORLAKON

Kaynak: http://www.torlakon.com/haberdetay.asp?ID=474