Ceza ve hukuk davaları ile ilgili “adalet”in ne olduğu, nasıl yerine getirilmesi gerektiği çok öteden beri tüm dünyada tartışıla gelmektedir. Usulle ilgili ispatın ağırlıkta olduğu medeni hukuk davaları bir yana bırakılırsa ceza hukuku ile ilgili davalarda bu konu daha fazla önem kazanmaktadır. Verilen kararların “mutlak ispat”a değil, “nispi ispat”a dayandığı ve bu nedenle de iddia, savunma ve karar organlarının her zaman hata yapabilecekleri veya hata yapmasa bile kamuoyunca hatalı değerlendirilebileceği göz ardı edilmemekle birlikte bu iddiaların en aza indirilmesi gerektiği herkesin üzerinde müttefik olduğu bir konu olmaktadır.
Özellikle tutuklamanın ceza mı tedbir mi olduğu ve süresi konusundaki tartışmalar 240 yıl önce kaleme alınan İtalyan düşünür Cesare Beccaria’nın Sami Selçuk tarafından çevirisi yapılan Suçlar ve Cezalar Hakkında adlı eserinde de yer bulmuştur.
Öncelikle devlet yönetimlerinin verdiği kararların yönetilenlerce de içlerine sindirilmesi ve topluma mutluluk kazandırılabilmesi için yönetişimin ağırlıkta olması gereken çağımızda yeni fikirlerin doğması kaçınılmazdır. Bu fikirlere belki tepkiler de olacaktır. Lakin her doğumun sancılı olduğu tabiatın da bir gerçeğidir. Nitekim 1997’de vefat eden babamın taziyesinde geleneğin dışına çıkarak konuklara sigara ikram etmemekle gelebilecek tepkiyi aynen de aldığımı ve göğüslediğimi hatırlıyorum.
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi AD Başkanı Prof. Dr. Gülriz Uygur, cezaevleri inceleme komisyonu olarak ziyaret ettikleri cezaevlerindeki tutukluların psikolojik durumlarının iç açıcı olmadığını, ısrarla suçsuz olduğunu söyleyen insanların çoğunlukta olduğunu gördüğünü aktarmıştı.
Şubat 2017’de gönderdiğim maillerle bu tür yakınmaların en aza indirilmesi için önerdiğim çözüm yollarını ilettim. Prof. Dr. Uygur, önerilerimi çok önemli gördüğünü ve hayata geçirme fırsatı olmasını umduğunu, aynı fakültenin Ceza ve Ceza Muhakemesi Hukuku AD Öğretim Üyesi Prof. Dr. Devrim Güngör ise önerilerime katıldıklarını bildirince bu önerileri ilk olarak naçizane köşe yazımızla kamuoyunda tartışmaya açmaya karar verdim. Şöyle ki;
Teoride bir tedbir olan tutuklamanın pratikte ve özellikle kamuoyunda genellikle ceza olarak algılanmasının bir nedeni, tutuklu ve hükümlülerin hukuksal statüleri farklı da olsa ilk günden itibaren hükümlülerle fiilen aynı infaz rejimi uygulanarak aynı bina ve koğuşlarda barındırılmasıdır. Bu, hapis cezası kısa süreli olan bir suçtan sanık olarak tutuklanan birinin uzun süreli hapis cezası alan hükümlülerden aynı koğuşta edinebileceği suç işleme eğitimi(!) ile salıverildiğinde daha büyük suçların potansiyel faili olmasına sebebiyet verebilmekte ve toplumun zararı artmaktadır. Ayrıca tutuklu da olsa barındırıldığı binanın adı yine Ceza İnfaz Kurumu olduğundan yargıç karşısına çıktığında masumiyet karinesi gölgelenmekte ve haliyle yargıcın da bu fiili durumdan sanık aleyhine etkilenmesine sebebiyet verilmektedir. Ayrıca ceza infazındaki amaçlardan birinin suçlunun ıslahı olduğu özellikle kapalı kurumlarda adeta unutulduğundan ayrı binalarda hizmet görecek iki kurumdan birinin adı Ceza İnfaz ve Islah Kurumu, diğerinin adı ise Tutukevi olarak değiştirilmelidir.
Öte yandan mevzuatımıza göre hukuk mezunları stajlarını resmi kurum olarak sadece adliyelerde yapmaktadır. Oysa stajlarının bir ayını makul sürelerle polis ve jandarma gözaltı merkezleri ile ceza ve tutukevleri yönetim birimi ve koğuşlarında da yapmalıdırlar. Bu sayede yargıç, savcı ve avukatların tutukluluğu üç-beş gün de olsa bizzat yaşayarak kuracakları empati ile avukat ve savcılarca tutuklama veya mevcut tutukluluğun kaldırılması istemi veyahut yargıç kararı verilirken daha ihtiyatlı olunacak, tutuklamanın anlamının sadece klavyedeki harflerle sınırlı olmadığı anlaşılacak, profesör unvanını kullanmamaya özen gösteren rahmetli hümanist hocamız Faruk Erem’in deyimiyle “suçlu kazındığında altından insan çıktığı” istisnalar dışında görülebilecek, dini bayramlarda protokol ve basın eşliğinde gerçekleştirilen 5-10 dakikalık rutin cezaevleri ziyaretleri ile de yetinilmemiş olunacaktır.
İlk etapta Adıyaman Barosu, sonraki etapta ileteceğim Türkiye Barolar Birliği ve Adalet Bakanlığının uzun soluklu bu önerilere yaklaşımları bakalım nasıl olacak?