İlkbahar demek toprağın yeniden uyanması demektir. Toprağın yeniden uyanması demek; çiçeklerin, böceklerin, yaprakların, ağaçların, uykuda olanların yeniden uyanması, canlanması demektir… Gökyüzünün bir başka ışıması, rüzgarın bir başka esmesi demektir…
Bunlarla birlikte insanların da canlarına can katılmış, yeniden nefeslenmiş gibi ve geleceğe ve hayata dair bir başka umutlanması demektir.
Uzun, soğuk ve yoğun geçen kış mevsiminden sonra ilkbaharla birlikte yeni bir can, yeni bir nefes bulmuş gibi olan insan bu uyanışını bulunduğu ortama ve mekana da yansıtır.
İlkbaharı yaşayan her yerde olduğu gibi şehrimizde de bu güzellikler hayatın her kademesinde yaşanmaya başlanırdı.
Bugün bu güzelliklerin hepsinden söz etmek maalesef çok zor. Topraktan, tabiattan uzaklaşan, kopan ve kentin koşuşturmasına kapılan insanoğlu ne yazık ki bu güzellikleri yaşamaktan uzaklaştı. Çevremize baktığımızda bunu net olarak görebiliyoruz.
Bugün ilkbaharı nasıl karşılıyoruz diye bir soru sorulduğunda eskinin bereketli ve hareketli yaşamalarından bahsetmek pek kolay olmuyor. Kent yaşamının getirdiği ve değiştirdiği yaşam şeklimiz maalesef baharı da fark etmemeye, hissetmeye mecbur bıraktı bizi. Bunlara rağmen İlkbaharı hissedebilen, yaşayabilen herkese selam olsun.
Eskiden farklıydı tabi.
İlkbahara uyanan tabiatı daha iyi hissetmek için önce evlerimizin pencereleri açılırdı. Toprağın o muhteşem kokuları ciğerlerimize çekerdik farkında olmadan.
Kuş cıvıltılarını daha yakından duyar horoz sesleri daha çok işitilmeye başlanırdı.
Soba yakılan evlerde sobalar sökülerek temizlenir yerlerine kaldırılırdı. Dolayısıyla oturduğumuz mekânlar genişler, ferahlardı.
Kalın sergiler kaldırılır, yerine kilim gibi daha ince, daha hafif sergiler serilirdi.
Her evde mutlaka bir bahar temizliği yapılırdı. Gelen baharı evimizin her köşesine hissettirmek için her taraf temizlenirdi.
Kışın yağmur yaşarın yıprattığı sıvalar, boya badanalar yenilenir, evlerimiz ilkbaharı karşılamaya hazır edilirdi.
Elbiselerimiz de değişmeye başlardı. Kalın kışlık giyeceklerimizi yerlerine kaldırır yerine daha hafif mevsimlik giysilerimizi giyerdik.
Yemek çeşitlerimiz de değişirdi haliyle. Daha hafif, sebze ağırlıklı yiyecekler sofralarımızda daha çok yer almaya başlardı.
Yaşam kapalı odalardan avlulara bahçelere taşınır, daha rahat bir ortam oluşturulurdu.
İlkbaharın gelmesiyle insanlar daha sık bir araya gelmeye, daha sık görüşmeye, sokak ve mahallelerde daha fazla görüşmeye halleşmeye başlardı. Avludan avluya ya da bahçeden bahçeye seslenmelerin, ikramların, sohbetlerin keyfine varılırdı.
Sokaklarımız bir başka şenlenirdi. Özellikle çocukların şen şakşak sesleri ile yankılanır, yöresel ve sokak oyunları ile bir kış boyunca özlenen dostluklar, arkadaşlıklar yeniden pekişirdi.
Evet, İlkbaharı karşılarken toprakla birlikte gökyüzü de bir başka gülümserdi bize.
Hele Sultan Nevruz buluşmaları dediğimiz kırlardaki muhabbet ve buluşmaları anlatmak sayfalar alırdı.
İlkbaharın gelişinin şehirde en etkin habercilerindendi Sultan Nevruz.
İmkanları ölçüsünde mevsime uygun yiyeceklerini alanlar soluğunu Nakıbın havuzu, Yedi Kardeş, Şehir İçmesi gibi insanların bir araya geldiği yerlerde, kırlarda alırlardı.
Ailelerin gençlerine kız bakmaktan, toplu yemek yemelere, oyun oynamalara, eğlenmelere kadar bu yerler şenlenir, muhabbetler yaşanır ve sonunda insanlarımız yorgun ama mutlu ama huzurlu ve ilkbaharı tüm zerresiyle hissetmiş bir şekilde evlerine dönerdi.
Evet, Adıyamanlılar evlerinden sokaklarına, iş yerlerinden kırlara kadar her mekanda; aile içinde, komşu ve hısım akrabalar arasındaki her ilişkide doya doya ilkbaharı karşılardı.
Bu bir yaşam biçimi halini almıştı. Toprağın ve gökyüzünün haber vermesiyle insanlar da harekete geçerdi İlkbaharı karşılamak için.
Bu vesile ile yaşadığımız her anın ilkbahar gibi canlı, verimli, hayat dolu, umut dolu, sağlıklı ve mutlu olmasını yürekten diliyorum.
NOT: Bu yazı geçtiğimiz günlerde TRT GAP Diyarbakır Radyosuna yaptığım söyleşiden derlenmiştir.