Osmanlı Devleti açısından 1.Dünya savaşının en şiddetli ve en acılı sahneleri kuşkusuz ihanet dolu Yemen-Hicaz ve Sina-Filistin cephelerinde yaşanmıştır.

 

Zayıflamış ve dışa bağımlı hale gelmiş bir ekonomi ve yer yer baş göstermiş isyanlar eşiğinde yirminci yüzyıla giren Osmanlı Devleti; Çanakkale, Makedonya ve Kafkasya cephelerinde, haçlı zihniyetli işgalci devletlere karşı mücadele verirken, yapısı gereği özümsediği, din kardeşliğiyle bütünleştiği Arap halkının yaşadığı güney bölgelerinde açılan sürpriz cephelerle sarsılmıştır...

 

Kuruluşu itibariyle gayesini “Kuru bir cihangirlik davası değil, i’lay-ı kelimetullah” olarak belirlemiş ve Nizam-ı Alem desturuyla yüzyıllarca İslam’ın bayraktarlığını yapmış Osmanlı Devleti, vücudunun kalbi gibi gördüğü kutsal toprakları korumak uğruna inanmış halkı ve donanmış askeriyle seferber olmuştur...

 

Sanayileşme sürecinde sürekli kaynak ihtiyacı duyan batılı devletler, sömürü faaliyetlerini “Petrol” üzerine yoğunlaştırmış, müteakiben hammadde ve sosyal denge açısından hayati öneme sahip noktalara aç gözlerini dikmişlerdir.

 

İngilizler öncülüğünde başlayan kışkırtıcı ve ayrıştırıcı hareketlerin vaat ettiği Hicaz Krallığı gibi cazibelere kapılan Mekke Emiri Şerif Hüseyin ve etkisindeki kısmi Arap halkları Osmanlı yönetimine karşı silahlı ayaklanmışlardır.

 

Stratejik planlar dahilinde, arkeolojik araştırmalar bahanesiyle Ortadoğu’da hususi görevlendirilmiş yer altı kaynaklar ve yer üstü halklar uzmanı İngiliz casus Thomas Lawrence için kısa vadeli ve şahsi çıkar eksenli düşünen Arapları Osmanlı Devletine karşı kışkırtmak doğrusu pek de kolay olmuştur.

 

Dönemin en güçlü müslüman devleti olan Osmanlı’ya karşı isyan bayrağını açan Şerif Hüseyin ile birlikte Lawrence’nin örgütlediği vahaların bedevi Arapları; bağlantı sağlayıcı Şam-Hicaz arası demiryollarını sökmüşler, asker ve malzeme sevkıyatı yapan trenlere saldırmışlar, telefon-telgraf hatlarını kesmişler, köprüleri yıkmışlar, karakolları basmışlar, arkadan vurdukları Türk Birliklerine ağır zayiatlar verdirmişlerdir.

 

Uğradığı ihanet ve acımasız saldırılar karşısında şaşkına dönen ve güvenini yitiren Osmanlı ordu komutanları, savaş boyunca tedbir açısından bilgi sızmasını önlemek için, yıllarca Arapça dilini gönüllü kullandıkları yazışmalarını dahi, ihmal ettikleri Türkçe olarak yapmak zorunda kalmışlardır.

 

Mısır ve Süveyş kanalının 1914 yılında İngilizlerin eline geçmesiyle başlayan yenilgiler zincirine, 1. ve 2. Gazze savaşları sonrası 19 Eylül 1918 yılında düşen Filistin halkası da eklenince, yerli Müslüman halktan yeterli desteği alamayan Osmanlı geri adım atmıştır.

 

Mekke ve Medine’nin de dahil olduğu Arap yarımadasını Memlûklerden devralan Yavuz Sultan Selim’in, hatibin “Mekke ve Medine hakimi” sözüne müdahale edecek ve cümlenin “Mekke ve Medine hâdimi, yani hizmetkârı” olarak düzeltmesini isteyecek kadar mukaddes gördüğü topraklar, nihayetinde 402 yıl sonra, sergilenen ihanet ve ayak oyunlarıyla Osmanlı Devleti’nin elinden çıkmıştır.

 

Mondros Mütarekesinin “Teslim ol” çağrısına kulak vermeyen, imkansızlık ve çaresizliğine rağmen var gücüyle gelen saldırıları püskürten ve  “Takdir-i ilâhi, riza-yi peygamberî ve irade-i padisahî seref-müteallik oluncaya kadar Mekke ve  Medine müdafaasi devam edecektir!” diyerek İngilizlere ve işbirlikçisi Bedevilere karşı  mukaddes toprakları ölümüne savunan Türk Kumandan Fahreddin Paşa’nın 2 yıl 7 ay süren şanlı direnişi de, üzerinde önemle durulması gereken ayrı bir efsane, bambaşka bir kahramanlık destanıdır.

 

Nice şehitler ve acılar bırakarak gözyaşları içinde Anadolu’ya çekilen Türk Birliklerinden sonra bölgeye İngilizler ve güdümündeki Şerif Hüseyin kuvvetleri hakim olmuştur. Ancak bu ihanet saltanatı fazla uzun sürmemiş ve yine İngilizlerin gizli destekledikleri Suudların müdahalesiyle  yıkılmıştır.

 

Osmanlı Devletine karşı savaşması için İngilizlerce altına ve paraya boğulan Şerif Hüseyin, uğradığı hayalkırıklığının karşısında soluğu kaçarak geldiği Kıbrıs’ta almış ve “Bu bizim başımıza gelenler ve gelecekler, velinimetimiz, koruyucumuz ve asırlar boyunca efendimiz olan Osmanlı devletine karşı giriştiğimiz isyanın bir cezasıdır.” acı itirafıyla vicdan azabı çekerek yokluk ve perişanlık içinde ölmüştür.

 

Suriye Emiri olmak niyetindeki Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal, Fransızlar tarafından engellenince, yine İngilizlerin emri altında Irak hükümetinin başına getirilmiş olsa da, kısa zaman sonra ayaklanan Iraklılar tarafından tahttan indirilmiş ve darbe sonrası bütün aile bireyleri öldürülmüştür.

 

Suudlardan kaçan diğer oğlu Abdullah da Amman’a sığınarak, İngilizlerin himayesi altında Ürdün Kralı olmuş ve Türkiye’ye yaptığı bir ziyaretinde Osmanlı`ya ihanet etmekle bir suç işledik ki Allah bizi bilmem ki affeder mi?" itirafında bulunmuş ve kısa zaman sonra Kudüs’te Mescidü`l–Aksa`dan çıkarken öldürülmüştür. Bugünkü, Ürdün Kralı Abdullah da bu zat-ı muhteremin torun zadesidir.

 

Uzun yıllar Arz-ı mev`ud (vaadedilen topraklar) üzerinde devlet kurmak isteyen Yahudilerin, İngilizlerin de desteğini alarak Filistin toprakları üzerinde faaliyete geçtiğini sezen dönemin Osmanlı Padişahı Sultan Abdulhamid Han, Filistin’in tamamını arâzi-i şahâne ilan ederek ve bizzat şahsına bağlı bir orduyu görevlendirerek bu toprakları korumaya almıştır. Bu kararlı tutum karşısında hareket kabiliyetini yitiren siyonist hareketlerin başındaki Theodor Herzl, padişahın huzuruna gelerek, satılacak topraklar karşılığında, Osmanlı bütçesinin üç katı para vereceklerini ve dış borçları ödeyeceklerini taahhüt ve teklif  edince, Sultan Abdulhamid Han’ın tarihe geçen şu asil cevabına muhatap olmuştur: "Ben bir karış dahi olsa toprak satmam. Zira bu vatan bana değil, milletime âittir. Milletim, bu devleti kanlarını dökerek kazanmış ve yine kanıyla mahsuldar kılmıştır. Ecdâdımın kanıyle alınan yer parayla satılamaz."

 

I.Dünya savaşı bittikten sonra, bugünkü Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu iç ve dış sorunlara kaynaklık etmesi bakımından da önemlilik arz eden San Remo konferansıyla, Filistin toprakları İngiliz “mandası” altına bırakılmıştır.

 

İngilizlerin ve Amerika’nın da desteğiyle zamanla Filistin topraklarında Yahudi yerleşim yerleri kurulmuş ve dünyanın dört tarafında Yahudilerin bu bölgelere göç etmeleri sağlanmıştır.

 

Hıristiyan güçlerle işbirliği yaparak Müslüman Osmanlı Devletine karşı ihanet ölçekli isyan ve zulm eden Arap yönetici ve liderleri, kutsal toprakların göz göre işgal edilmesine acizlik içinde maalesef boyun eğmişlerdir.

 

Ve nihayetinde, 2 bin yıldan sonra kurulan ilk Yahudi devleti özelliğini taşıyan İsrail Devleti 14 Mayıs 1948’de ilan edilmiştir. Filistinlilerin “El Nakba” yani “Felaket” olarak andığı 15 Mayıs’ta İngiliz Kuvvetleri bölgeyi terk etmiş ve karar resmen yürürlüğe girmiştir.

 

Zaman içerisinde Yahudi güçleri, İrgun ve Lehi militanlarının da gayri nizami desteğiyle ilerleyerek Gazze, Kudüs ve Batı Şeria gibi tüm yerleşim bölgelerine hakim olmuştur.

 

Yavan anlatımıyla konunun dünden bugüne tarihi özeti bu...

 

Ve günümüzde patlayan bombalar, yapılan katliamlar, yok olan umutlar tüm şiddetiyle sürmektedir. Som altından saraylara kurulmuş, ipek entarilere dürülmüş, düşme korkusuyla sıkı sıkıya tahtlarına sarılmış çöl ayıları da ancak bu vahşeti plazma ekranlarda seyretmektedir.

 

Gelen cılız tepkiler de; ya ele güne karşı göstermelik, ya da iç piyasada siyasi ranta yöneliktir. Öyle, dostun sırtından vurmak değil, zalimin alnını karışlamak yiğitliktir...

 

Müslüman Türk Milletinin evlatları olarak susmuyor, haykırıyoruz...

 

Nasıl ki dün ölüm pahasına koruduğumuz kutsal toprakları terk etmek zorunda bırakıldığımızda  tarifsiz acılar duyduk, gözyaşları akıttıysak, bugün de gördüklerimiz ve duyduklarımız karşısında aynı hüznü kat kat yaşıyor ve için için kan ağlıyoruz...

 

Bilinsin ki; Müslüman olsun veya olmasın her nerede bir Türk varsa, Türk olsun veya olmasın her nerede bir  Müslüman yaşıyorsa, yüreğimiz oradadır...

 

Sevinçleri mutluluğumuz, hüzünleri acımızdır...

 

Kabul buyrulsun ki; dualarımız onlaradır...

 

Yaradan oy!.. Yaradan

Kan damlıyor yaradan

Bi çare Filistin’e

Yardımcı ol Yaradan!..

 

 

Ali YAŞAR

19.01.2009