Duymayı pek sevmesek de aslında sürekli ihtiyacımız olan şey nasihattir. Fıtratımız gereği yanlış ve hataya müsait olduğumuz için, uyarıcılara ve yol göstericilere olan ihtiyacımız hayatımız boyunca devam eder.
Her ne kadar yaşayarak öğrendiğimiz şeylerin kalıcılığı ve öğreticiliği daha etkili olsa da, bu tür nasihat (öğrenme) genellikle pahalıya mal olur ve çoğu zaman telafisi mümkün olmayan kayıplara neden olur.
Bu yüzdendir ki hayat yolunda “nasihat”, “yol gösterme” ve “uyarma” gibi yardımcılar vardır.
Yine fıtratımızdan olmalı, nasihatlerden pek haz etmeyiz. Kendi aklımızın, bilgi ve görgümüzün bize fazlasıyla yettiğini düşünür, sık sık da başkalarına aklı vermeye çalışırız.
Cehaletin en bariz göstergelerinden olan bu durum ne yazık ki, daha çok “diplomalı”, “aydın” veya “makam sahibi” olan kişilerde ortaya çıkıyor.
Halbuki ilim ve makam arttıkça tevazu ve hoşgörü de artmalı.
Sadece kendi aklını beğenenlerin başkalarını “akledemeyen ve bilmeyen” olarak görmeleri elbette önyargıdan başka bir şey değildir.
Oysa önyargı, bizi, sadece düşmanlığa götürür. İyilikleri, güzellikleri yoksaydırır. İnsan olmanın basit ve ince özelliklerini unutturur.
Kendi ayıplarımızın hamalı olmuşken, başkalarının kusurlarını aramanın; kendi yolumuzu bulamamışken, başkalarına rota çizmeye kalkışmanın ahmaklık ile eşdeğer tutulması bu yüzdendir.
“Akıl verici”, “yol gösterici” ve “en iyi bilen” havalarına girmiş kişilerin kulakları o kadar kendi sesleri ile doludur ki, nasıl algılandıklarını görmezler bile.
Herkesin kendilerine itaat etmelerini; düşünme, sorma ve sorgulamadan sadece kulak vermelerini beklerler.
Oysa sadece kendi aklını beğenenler, en çok akla ihtiyacı olanlardır; ama onlar gözlerini bürümüş enaniyet ve kibir yüzünden bunu akledemezler.
Diğer yandan nefreti ve sevgisi aklının, vicdanının ve sağduyusunun önüne geçmiş kişilerden de kısaca bahsetmek gerekir.
Toplumun her katmanında görebileceğimiz böylesi insanlar, nefret veya sevgilerinin taassubu ile gerçekleri saklamaya, olan bir şeyi yok saymaya, olmayan bir şeyi de varmış gibi göstermeye çalışırlar.
Taassuptan gözleri kör vicdanları kararmış olduğu için aklı selim bir değerlendirme ve tespit yapamazlar. Sevmedikleri bir bürokratın yaptığı güzel şeyleri çok kolayca görmezden gelebildikleri gibi, sevdikleri bir siyasetçiyi de güzel şeyler yapıyormuş gibi boyamaya çalışırlar.
Böylelerinin beslendiği kaynak bulanıktır. Bu yüzden zihni ve akli netliğe ulaşamazlar. Dolayısıyla tespit ve değerlendirmeleri de bulanıktır.
Bu tür insanlar bürokrat olur, yazar olur, siyasetçi olur, bilim adamı olur, gazeteci olur, iş adamı olur, doktor, öğretmen veya mühendis olur ama bir türlü “adam” olamazlar. Üstelik benzer bir ayıp kendilerinde varken başkasını ayıplamanın en büyük ayıp olduğunu bilemeyecek kadar da sarhoşturlar.
Gözleri başkalarının/birilerinin açığını aramaktan yorulduğu için, doğru ve güzel işleri göremezler. Tenkit etmek ile haddini bilmek arasındaki hassas dengede, dengesizce davrandıkları için başkalarını dengesiz görürler.
Bunlar için söylenebilecek tek söz vardır: İnsan kendine yakışanı yapar.
Görmek isteyenler için yeterince ışık, istemeyenler için yeterince karanlık vardır.
Bunlar elbette bir “kalite” göstergesidir ve bir toplumda böylesi insanların çokluğu ve etkisi, o toplumun gelişmişliği ile doğrudan orantılıdır.
Son söz Douglas’tan: “Cahillik üç türlüdür: Hiç bir şey bilmemek, gerekeni bilmemek ve bir sürü gereksiz şey bilmek.”