1970’de Adıyaman’da doğdu.
1985’te Adıyaman Lisesi’ne başladı.
Okul ve ders zamanlarında arta kalan zamanı,
Ülkü Ocakları”ndan geçiriyordu.
Ocak faaliyetlerden aktif rol oynuyordu.
Davasına aşıktı, davası varlık sebebiydi.
Davasına daha iyi hizmet edebilmek,
Vatanına,
Milletine ,
Devletine,
Daha faydalı olabilmek için ;
Hedefini belirlemişti.
İyi bir “hukukçu”olmak istiyordu.
İyi bir hukuk fakültesine gidebilmek için de çok çalışması gerekiyordu.
O da çok çalıştı ve
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazandı.
1989 da üniversiteye kaydını yaptırdı.
Üniversiteyi uzatmadan bitirmeye kararlıydı.
Derslerine ibadet vecdiyle çalışıyor ,
alanında uzman hocaları, sahabenin Peygamberimizi dinlediği gibi pür dikkat dinliyor, notlar alıyor, kendini istikbale hazırlıyordu.
Sadece” okul, ders, yurt” üçgenindeki bir yaşantı, onun hayat tarzına uygun değildi.
Tarihine karşı,
Milletine karşı
Devletine karşı,
daha geniş anlamda
Türk-İslam alemine karşı
sorumlulukları vardı .
Bu yüzden de yaşadığı zaman dilimindeki toplumsal olaylara karşı duyarsızda kalamazdı.
Bu sorumluluklarından birisi de Fatih’in bedduasından kurtulmak için
“Ayasofya’nın ibadete açılışı“ idi.
Ne pahasına olursa olsun Fatih’in bedduasından kurtulmalı ve
Ayasofya ibadete açılmalıydı.
Bayram öncesi memlekete gitmeyip
Dava arkadaşlarıyla
Ramazan ve Kurban bayramlarında
Bayram namazını
Ayasofya’nın önünde kılarak
“Eylem” yapıyorlardı.
Tabii ki izinsiz olunduğunda
Polisten cop ve biber gazı “hissesini alıp” Hıns-ı Mansur” a geliyordu.
Bu eylemi her bayram yapmayı rutin haline getirmişlerdi.
Er veya geç, Ayasofya ibadete açılacaktı, başka yolu yoktu.
12 Eylül darbesinin arkasından 8 yıl geçmesine rağmen üniversitede her şey güllük gülistanlık değildi,
”İllegal örgütler ,terör örgütleri ve sempatizanları” cirit atıyordu.
PKK
DHKP/C
TİKKO
gibi yasadışı terör örgüt ve sempatizanları meydanı adeta boş bulmuş, eylemlerini arttırmış,
hadsizlikleri dayanılmaz bir noktaya gelmişti.
Kendisi de ,
diğer dava arkadaşları da ,
ucunda ölüm olsa bile bu bölücü yıkıcı faaliyetlere tahammül etmeleri mümkün değildi amma davanın lideri Başbuğ Alparslan TÜRKEŞ’ in talimatı kesindi:
“ Hiçbir ülkücü üniversitelerde çatışmaya girmeyecekti.“
İşin en kötü tarafı :”Bu talimattan karşıt tarafın haberinin olmasıydı.”
Bu talimat, her geçen gün onların cüret ve cesaretini daha da arttırıyordu.
Ardı arkası kesilmeyen eylemleri artık dayanılmaz bir noktaya gelmişti.
Ülkücü camiayı yeniden “girdaba” çekmek için akla hayale gelmeyen her türlü tahriki deniyorlardı.
Başbuğ haklıydı.
12 Eylül öncesi sayısız üniversite öğrencisi;
Şehit olmuş,
Sakat kalmış,
Hapis yatmış
Okulunu bırakmış,
Fişlenmiş,
İşkenceden ölmüş,
20’nin üzerindeki ülkücü de idam edilmişti.
Ülkücü hareket çok büyük bir bedel ödemişti.
Başbuğ’un düşüncesine göre:
Ülkücü gençler okuyacak,
Doktor
Mühendis
Hukukçu
Öğretmen
Teknik personel
Vs…
Hangi görevde olurlarsa olsunlar, hangi ünvanı taşırsa taşısınlar “vatanına, milletine, devletine”en iyi hizmeti yapacaklardı.
Bu nedenlerden dolayı, çatışma ortamlarından uzak durmaları gerekiyordu.
Devletin askeri vardı, polisi vardı, devlet kendi varlığını, birliğini, dirliğini korusundu.
“İdealistimiz” bu düşünceler ışığında, sabır çekip okuluna gidiyordu.
Fakat karşıt gruplar dur durak bilmiyordu. Köpeksiz köy bulmuşlardı.
“Adıyaman’ın tabiri ile parmağımı ısır ki döğüşek diyorlardı.
Bardak dolmuş, taşmak üzereydi. Kendileri hırsızı bırakıyor amma hırsız kendilerini bırakmıyordu.
Hadis-i Şerifte;
“Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle düzeltme cihetine gitsin ki bu imanın en zayıf derecesidir.”
hadisindeki zayıf derecesi olmayacaklardı.
Bıçak kemiğe dayandı, deniz bitti ve elleriyle değiştirmek farz oldu.
Öyle de yaptılar.
Elleriyle düzelttiler amma yeni bedeller ödendi.
Dur durak bilmeyen çatışmalar, ona çok pahalıya mal olmuştu:
“Okuluna devam edemeyecekti.”
İdealindeki cübbeyi giyebilmek için artık “öğrenci affını” beklemekten başka çaresi yoktu.
Hayat devam ediyordu,
pes etmeyecek,
köşesine çekilmeyecek,
bir yandan ,
İstanbul’da kalıp idealini başka kanallardan gerçekleştirmek için çalışacak ;
diğer yandan da umutla “kepini atacağı” günleri bekleyecekti.
Fikirlerini,
İdeallerini,
Duygularını,
Düşüncelerini,
Doğruları dile getirmek, davasına en güzel hizmeti yapmak için en uygun alan “gazetecilikti.”
Mesleğin ilk basamağı olan , “Dergi muhabirliği” ile işe başladı.
Sonra ;
Cine5,
Show tv de çalıştı.
Yıllar sonra öğrenci affı çıktı.
O cübbeyi giymek için kaldığı yerden devam etmeye başladı.
Çok sevdiği idealine bu sefer kavuşacaktı.
Türkiye’nin tanıdığı, Türk-İslam davası için mücadele eden herkesin, bir numaralı savunucusu olacaktı.
Bu nedenle;
Okuluna dört elle sarıldı,
Hiçbir dersi kaçırmıyor,
Kendi kendine ödevler veriyor,
Dört bilinmeyenli denkleme benzeyen
” örnek hukukî davaları”
şimdiden çözmeye başlamıştı.
Okula gidip gelirken bazı ufak tefek haksızlıklara rastlıyor ancak haksızlıklara çok daha büyük ölçeklerde karşı çıkabilmek için ne edip edip o diplomayı alması gerektiğini düşünüp tahammül etmeye çalışıyordu.
Görmezden gelecekti .
Okulunu bitirecekti.
O sıralarda,
“28 Şubatçıların Üniversitelerdeki Başörtü Yasağı” tam bir işkence halini almıştı.
Özelikle de Üniversitenin girişinde, 2. sınıf vatandaş konumundaki başörtülü öğrencilerin, ya başlarındaki “başörtülerini” çıkarmaları, ya da peruk takmak zorunda bırakıldıkları” , “zulüm odasına”tahammül edemiyordu.
Bu Çin işkencesi kabul edilebilir değildi amma iyi bir hukukçu olma ideali boynunu büküyordu.
Çok düşünüyordu,
bu haksızlığı içine sindiremiyor, içi içini yiyor,
neme lazım diyemiyor: “Ben ne yapabilirim ‘e sığınamıyordu.
Ses çıkarmamayı hadisteki emre göre imanın en zayıf noktası olarak görüyor, kendi kendine duyduğu saygıyı yitirmekten korkuyordu.
Bu kızlar:
Çanakkale’de destan yazanların ,
Kurtuluş Savaşı’nı kazananların evlatlarıydı.
Bu olamazdı.
Görmezden gelemezdi.
Gelmedi de.
Hadisteki emre uyarak kararını verdi.
Eyleme geçti:
Üniversitenin girişindeki “utanç kabinine” girdi,
bir başörtüsü aldı,
başına bağladı ve derse de öyle girdi.
Hoca :
Çıkar onu dedi.
Çıkarmadı.
Tartıştılar.
Hoca dersi bıraktı çıktı.
Dekana haber verildi.
Kişisel başörtüsü eylemi büyüdü.
Bu eylemin , kendisine bedeli çok ağır oldu: “Okuluna tekrar ara vermek zorunda bırakıldı.”
Artık affı belki beklemeyecekti, yaş ilerlemişti, hayatını bir düzene koymalıydı.
Bir iki ticari girişimde bulundu. Gaye çok mal biriktirmek değildi.
Toplumsal açıdan kendisini tatmin edecek ortamı bulamadı,
kendini eli kolu bağlı gibi hissetmeye başladı.
İçindeki doğruları haykırmak, kendisi gibi hak kaybına uğrayanların,
baş örtüsü benzeri zulme uğrayanların sesi olmak için gazetecilik mesleğine dönmeliydi.
Öyle de yaptı.
Adıyamanlılar.net Haber Sitesi'nde köşe yazarlığı,
Radyo TEK'de ve Mercan TV'de programlar yaptı.
“Gözde TV” kuruluşunda , “Genel Yayın Yönetmeni “ olarak görev aldı.
Bir süre sonra ;
doğru bildiği gerçekleri, memleket faydasına gördüğü fikirleri,
kimseye danışmadan, kimseden emir almadan;
yasalardan ve kendi vicdanından başka kimseye hesap verme kaygısı taşımadan,
kendi hür iradesine göre haykırabilmek, dillendirebilmek için“ kendi medyasını “kurdu.,
Şimdi:
“PERRE Haber Ajansı İmtiyaz Sahibi
Gazete 02 İmtiyaz Sahibi”
şeklinde “İKİNCİ İDEALİ” olan örnek gazeteciliğe devam ediyor.
Abdurrahman AKÇAL’a soruldu:
“O yıllara dönme imkanın olsa, seni idealinden iki defa çeviren o davranışlarını yine yapar mıydın?”
Üç kelime söyledi:
"DAHA FAZLASINI YAPARDIM”.
Rabbim kendisinden razı olsun.