Daha üç ay öncesine kadar günümüz yaşam şeklini beğenmez, gelişmelerden şikâyetçi olur “ah nerede o eski günler!” diye hayıflanırdık.
Hele şu Mübarek Ramazan ayını yaşadığımız günlerde bu özlemimiz daha da artar her fırsatta dile getirirdik.
Koronavirüs salgını nedeniyle son 2-3 aydır yaşadığımız zorluklar ve sıkıntılı günler bize “beterin beteri var” gerçeğini bir kez daha hatırlatmış oldu.
Evet, “eski hal muhal, ya yeni hal ya izmihlal” sözünün sıkça dile getirildiği bugünlerde ben yine de şöyle geçmişe doğru kısa bir gezinti yapmak istiyorum. Özellikle de içinde bulunduğumuz ve salgın nedeniyle maneviyatını tam olarak yaşayamadığımız Ramazan ayına atfen eski ramazanlardan hafızamda kalanları paylaşayım.
Eskiye dair bilgilerin ve tecrübelerin bir sonraki nesle aktarılmasını önemsiyorum. Bu kültürümüzün devamlılığı açısından da önemlidir.
“Ah o eski ramazanlar” dedirten özlem, geçmişinde yaşadığı güzellikleri günümüzde bulamayanların duygularıdır. Bunu belirterek devam edeyim.
Ramazan aynın heyecanı aslında üç aylar girince başlardı eskiden. Ramazan ayı yaklaştıkça da artar ve hazırlıklar hızlanırdı. Evlerde Ramazan temizliği yapılır, eksik ve ihtiyaçlar tedarik edilirdi.
Bir gün öncesi (arafe) kaleden toplar atılmaya başlardı. Şimdiki gibi sembolik değil yoğun bir şekilde olur ve özellikle de çocuklarda heyecan uyandırırdı.
Ramazan ayı dendiği zaman bende hep sıcak günler aklıma gelir. Ramazan aylarımız hep sıcak yaz aylarına denk düşerdi. Bu yüzden yüreğimizi soğutmak için soğuk içeceklere daha fazla ihtiyaç duyardık. Tabi şimdiki gibi evlerde buzdolapları yoktu. O yıllarda gazlı ve boyalı içecekler de yoktu. Suyun yanında başlıca içeceklerimiz ayran, limonata, gül suyu ve boyam şerbetiydi.
Ulu Cami’nin önünde buz kalıpları satılırdı. Eskisaray Mahallesindeki buz fabrikasından çıkarılan buzlar çarşıya getirilirdi. Hatırladığım kadarıyla Ulu Cami ve Eskisaray Cami önünde satılırdı.
İçeceklerimizi soğutmak için ikindi sonrası, kararımızca buz alır, özellikle de iftara yakın olmasına dikkat ederdik, çünkü buz bu, hemen erimeye başlıyordu.
Sofralar ayrı bir şenlenir, annelerimiz mümkün olduğunca normalden farklı güzellikler katmaya çalışırlardı. İftardan önce mutlaka komşular pişirdiği yemekten birbirlerine ikram ederlerdi.
Çocuklar da aynı heyecanı büyüklerle birlikte yaşardı. Ramazan ayının manevi havasına çocukları da katmak, onlara bu sevgi ve bilinci vermek adına teşvik edilirlerdi. Ramazan ayının ilk günü, ortadaki gün ve son gün olmak üzere üç gün tutturulmaya çalışılırdı.
Mesela yarım gün tuttururlardı. Tutukları saat kadar hediyeler verirlerdi. Tutabilenler için iftarlıklar alınır, çocuk gönüllerini mutlu ederlerdi.
Ramazan ayında akrabalar ve tanıdıklar arasında karşılıklı davetler artar, yoksullar ve garibanlar daha fazla gözetilmeye çalışırdı.
Fırınlarımız Ramazan ayı geldiği zaman ekmeklerin üzerin küncü serperlerdi. Bu aya mahsus olduğu için yılın diğer aylarında da yense hep bu küncülü ekmek koku Ramazan ayını hatırlatırdı. Tabaklarda pişirilen somunların ayrı bir tadı vardı.
Dışarıda hiç kimse bir şey yemez, içmezdi. Lokanta, kahvehane ve çay ocakları Ramazan ayı boyunca mutlaka kapanırdı. Yolcuların ya da tutamayanların ihtiyacını karşılamak için açık olan tek tük yerler de mutlaka vitrini ve kapısı bir örtü ile kapatılırdı. Ramazan ayına ve oruç tutanlara böylesi bir hürmet vardı.
Ramazan ayının gelişine sevincin gidişine ise üzüntünün ifadesi anlamında Yatsı namazı ezanından önce okunan salalar ile birlikte ilk 15 gün “Merhaba” son 15 gün ise “Elveda” kasideleri okunurdu.
Teravih namazları ayrı bir coşku ile kılınırdı. Neredeyse her akşam kandil gecesi gibi olurdu. Herkes Teravih Namazına gittiği için Teravih saatlerinde çarşıda genelde kimse kalmadığından sessizlik olurdu. Teravih namazında genelde 4 rekâtta bir ilahiler okunurdu. Birkaç yıl biz de arkadaşlar ile birlikte bir grup oluşturmuş, her gece sıra ile bir camiye gider teravih aralarında ilahiler okurduk. Her gece ayrı bir camide teravih kılmanın da ayrı bir güzelliği, coşkusu ve manevi hazzı vardı, bunu yaşamaya dikkat ederdik.
Ramazan ayının son gecesi mutlaka teravih yollama yapılırdı. Merkezi Cami olduğu için Ulu Cami’de bu yoğunlaşırdı. İlahiler, kasideler, aşırlarla yapılan teravih yollamaya katılım çok kalabalık olurdu.
Camilerde mukabeleler okunurdu, bu şimdi de var şükür. Bunun yanında her evde mutlaka hatimler okunurdu. Hali vakti yerinde olanlar evlerine hoca çağırır mukabeleyi evlerinde okuturlardı.
O günlere dair söylenecek daha çok var ama yazı uzadı. Sizi fazla sıkmak istemem.
Cenab-ı Allah bu mübarek günler vesilesi ile yaşadığımız salgın musibetten bizleri en kısa zamanda kurtarsın.
Son olarak şu bilinen sözle yazıyı noktalıyayım,
“Eskiler mi güzeldi, eskiden mi güzeldik?”