Ülkelerin, eyaletlerin, illerin, semtlerin ve sokakların bile sınırları çizilmiştir. Kimi mayınlarla, kimi devasa duvarlarla kimi de tel örgülerle çevrilidir.

Bireyi ve toplumu kontrol edebilmenin en etkili yolu da sınırlamaktır. Fikir dünyamızın, ideolojimizin, inançlarımızın da sınırları da çizilmiştir. Bunu yıkmaya çalışmak nice savaşların, yıkımların, katliamların sebebi olmuştur. Kim veya kimler çizmiştir dediğimizde karşımıza “GÜÇ” kavramı çıkmaktadır. Gücü elinde tutan sınırları belirler. Hatırlayanlar bilir; çocuklar mahallede futbol oynarken dahi top kiminse kuralları o belirlerdi. Zayıf olanın çizdiği sınırlar şeffaf olup belli belirsizdir. Umursanmaz, gülüp geçilir çoğu zaman.

Günlük hayatımızda sınırlarımız vardır. Buna dair sıkça kullandığımız güzel ve etkili bir deyimimiz de. "Haddini bilmek," ya haddimizi biliriz ya da birileri haddimizi bildirir. Akrabalık ilişkilerimizden başlayarak; yaşımıza, makam ve mevkinin dayattığı sosyal statüye, sahip olduğumuz sosyo-ekonomik duruma kadar haddimiz belirlenmiştir. Kimin nerede duracağını bilmemesi belki de bu sınırı zorunlu kılmıştır. Kavramların yerinde kullanılması kadar doğru algılanması da önemlidir. Tabii ki cehaletle belirlenen sınırlar ile bilimle taçlanan özgür düşüncenin sınırları aynı kefede değerlendirilemez.

Hayatımıza dair ne varsa etrafını saran, hareket alanımızı belirleyen, diğer anlamda sınırlayan kalın duvarlarla örülmüştür. Kim veya kimler tarafından nasıl ve niçin getirildiği çok da bilinmez.  Yaşamımızdan söküp atamadığımız bu yapının sihirli ve akıl almaz bir kudreti vardır. Bazı şeyler zamanla kalksa da son derece katı, değişmez hatta değişmesi teklif dahi edilmez durumda olanlar da vardır. Kutsal atfedilenlerin boyutları ise yüzyıllardır anlaşılmaya ve tartışılmaya devam etmektedir. Akıl ve mantık; felsefenin bin yıllık birikimine rağmen  akıl tutulmasına uğramış birey ve toplumların  bilim dışı yapıları sarsamamıştır.  

Neredeyse hayatımızın tüm aşamalarında belirlenmiş sınırların harcında eşitlik ve adaletin olduğu söylenemez. En başından başlarsak cinsiyetimizin belirginleştiği anda ilk zincir boğazımıza takılır. Bebek olmanın ötesinde yol almaya başlarız.  Renklerinden tutunda kıyafetin türüne, desenine kadar sınırlar çizilmiştir. Üstün cinsiyet kavramını öne çıkaran nice gelenekçi toplumda bu tutum o kadar ileri boyutlara ulaşmıştır ki bebekliğin masumiyeti yerini kız olmanın aczine bırakmıştır. 

Toplumsal yapılanmada güç unsurları hemen her dönemde kadın üzerinde egemenlik kurmayı normalleştirmiştir. Övünç kaynağı haline getirilen bu cinsiyetçi yaklaşım, inanç sistemleriyle birlikte hareket alanlarını olabildiğince genişletmiştir. Özellikle geri kalmış toplumlarında kız çocuklara yönelik daha katı, dar ölçekli ve kısıtlayıcı ayrıca bir sınırlamaya gidilmiştir. Bu tavır tüm yaşlarda kendini göstermeye devam etmektedir. Yüzyıllardır süregelen bu anlayışın büyüsü hala üzerimizdedir. Bundan kurtulmaktan ziyade böyle yaşamayı sürdürmek, dayatılmış çaresizliğimizin bir sonucu olarak görülebilir. 

Gelenekselleşen çoğu öğreti, mantığa aykırı karşılansa da bir süre sonra normalleşmeye başlar.  Bu adımlar ilerleyen süreçte bilimsel verilerle desteklenerek toplumun olmazsa olmaz bir parçası haline getirilir. Bilhassa objektif yapılmayan din ve tarih bilimi ulusların bu alandaki en iyi oyuncağı durumundadır. Bilimi; toplumların alışkanlıklarına, geleneklerine ve inanç sistemlerine hizmet eden bir pozisyona düşürmek akılcı bir yol değildir. Biliyoruz ki bilim; aykırılığın, özgür düşüncenin olduğu yerde meyve verecektir.

Gelenekçilik bir nevi bağımlılıktır. Yüzyıllarca değişmeden süregelen bu bağlılık tutkusu hastalık boyutuna ulaşmıştır. Bu; sorgusuz, sualsiz, mantıksız yürütülen tüm alışkanlıkların esiri olma durumudur. Esaret, zincirleme bir reaksiyonla değişime karşı virüs misali bulaşmaya devam etmektedir.  Kurtulmak son derece zor ve uzun bir süre gerektirir. Belki de çoğumuz bu mücadeleyi göze alamadığı için geri çekiliyoruz. Böylece beynimizde sorgulayan, sıra dışı olan, cehalete kılıç çeken ve özgürlüğe dair yeşeren ne varsa dizginleyip öfkeyle ve şiddetle bastırıyoruz.

Bastırılan çoğu duygu ve düşüncemiz kişisel gelişimimizi de sınırlamaktadır. Karakterlerimizin oluşmasına doğrudan etki eden bu durum yetişme/yetiştirilme tarzımızla ilintilidir. Biliyoruz ki toplum düzeni içinde çekirdek aile ölçeğinde farklı anlayıştan, gelenekten, inançtan bireyler vardır. Bu kişilerin kendilerine has bilgi ve kurallarla yetişmesi aynı zamanda bir çatışma alanı oluşturmaktadır. Uzaklaşmanın yalnızlaşmayı getirmesinden korkulmaktadır. Bu da kendi sınırlarını daha belirgin hale getirme ihtiyacını tetiklemektedir.

Her şey istemekle başlar. Ne istediğimizi bilmek kadar bunu başarabileceğimize inanmak da önemlidir.  Gerçek düşüncelerimizle, hissettiklerimizle yüzleşmediğimiz sürece değişime dair adımlarımız boşa çıkacaktır. Aklımızı, duygularımızı sarıp sarmalayan bu cendereden samimi olarak kurtulmak istiyor muyuz, istemiyor muyuz? Bize çizilen sınırların neresindeyiz?  İçinde mi, dışında mı, ortasında mı, kıyısında mı duruyoruz?.. Kabullenme veya reddetme lüksümüz, şansımız veya tercihimiz söz konusu oldu mu? Anahtar sözcük belki de bize dayatılan sınırları kabullenme kolaycılığını benimsemiş olmamızdır. Konuşmamız gereken yerde susmak, beraberinde inanmış gibi yaparak alkışlamak akabinde içten içe sessiz haykırışlarımız. İşte tarafımıza biçilmiş bir kaftan ve sınırları çizilmiş bir haddimiz var artık.

Yaşam döngümüzde korku ile cesaret arasına duygularımızı, hayallerimizi ve geleceğimizi gömdüğümüzün farkında mıyız? Buna rağmen her an sona ereceğini bildiğimiz pespaye hayatımızla yüzleşmekten korkmaya devam ediyoruz. Sorunlu kişiliğimizin temelinde de belki bu yatmaktadır. Sınırları kabullenme kolaycılığı içinde haddimizi bilmek hiç de zor değildir. Öz saygımızı yitirmenin kimsenin umurunda olmadığını biliyoruz. Bilmeliyiz ki karakterimizi şekillendiren anlayış yine bize öğretilenler kadardır.

Öğrendiklerimizde hareketle dayatılan sınırlamaların yanı sıra kendimize de bir  alan çiziyoruz. Diğer bir deyişle kendi mahremimizi inşa ediyoruz. Alanımızı belirlerken güçlü bir karaktere, azme ve bilgiye sahip olmak önemlidir. Belki de yasak ve günah tanımadığımız tek yer burasıdır. Bunu sağlayabilmenin yegâne yolu ise özgür, demokratik eğitimle ve güçlü  bir iradeyle olacağı gerçeğidir. Eğer sınırımızı başkalarının iradesine göre belirliyorsak bu korkumuzdan ya da  cehaletimizden kaynaklıdır. Özgürlük kapısı aralandıkça yetişme tarzımız ne olursa olsun beynimizi saran örümcek ağlarında da kopmalar başlayacaktır.

Kısa yaşamımızda içselleştirdiğimiz nice tutum ve davranışlarımızın temeli maalesef bilimle atılmamıştır. Kimilerince bilimle geleneklerin kaynaştığı bir ortam yaratılarak sınırlı da olsa gelişimin önü açılmıştır. Çoğunluğun yaptığı, düşündüğü, yaşadığı sistem normalleştirilmiştir. Bilimi ve özgür düşünceyi çoğunluğun alışkanlıklarına kurban ederek sınırlamak, gelişime direnmenin en yumuşak hali değil midir?

MESUT AKÇA