Manzara; Hayaller ve Gerçekler
Eğitim uyutmak değil uyandırmaktır. Sıradanlıktan kurtarmaktır. Bir bireyi olduğu düzeyden daha iyi bir konuma ulaştırma çabasıdır. Yüzlerce tanımdan biri de Bernard Shaw’un güzel bir benzetmeyle yaptığı tanımdır: “Eğitim, meyvenin kendisi değil, bilgi ağacından meyve toplamaya yarayan bir merdivendir.” Devletimizin sorumluluk alanı içerisinde yer alan eğitim, öncelikli ve hassas bir alan olma özelliğini uzun zaman önce kaybetti. Bu durum siyasetçiler, yöneticiler, vatandaşlar, veliler, öğrenciler bir yana en üzücü tarafı ise artık öğretmenler için de geçerli hale geldi. Hemen herkesin çok kolay ve rahat oynayabileceği, günü kurtaracak politikaların uygulanabildiği bir yapıya büründü. Nereden nereye geldiğimizin en bariz örneğini kalkınma hamlesini eğitilmesi en sona bırakılan, önemsenmeyen, hatta imkânsıza yakın olarak görülen köylerden başlatan, günümüz eğitim programlarının çok daha ilerisinde verim elde edilmiş olan Köy Enstitüleri’nin ideolojik saplantılarla kapatılmasının ardından eğitim alanında ciddi bir ilerleme sağlanamamıştır. Bernard Shaw’un bahsettiği merdiven, meyve toplamaktan ziyade meyve taşlamanın aracı haline geldi.
Genel bir çerçeve çizdiğimizde mezun ettiğimiz öğrencilerimize; İngilizce öğretemedik, Matematik öğretemedik, Fen öğretemedik, Türkçeyi dahi öğretemedik. Bunun yanında güzel konuşmayı, ahlaklı biri olmayı, saygı duymayı, sevgiyi, dürüstlüğü, empati kurmayı, doğruları söylemeyi, öfkemizi kontrol etmeyi, barış içinde yaşamayı, uzlaşma kültürünü, birlikte yaşamayı, çevreye, doğaya, hayvanlara duyarlı olmayı öğretemedik. Onları okumaktan, araştırmaktan, sormaktan, sorgulamaktan, hatta düşünebilmekten uzaklaştırdık. Öğretemediğimiz tüm bunları nereden öğreniyoruz peki; sosyal medyada neleri takip ettiğimizden tutun da televizyonlarda yayınlanan ve en çok izlenen programlara kadar pek çok veri var elimizde. Kurduğumuz cümlelerin içinde sevgiye, barışa ve hoş görüye ne kadar yer veriyoruz? Cezaevlerindeki suç ve suçlu sayısı ve niteliğinin boyutları, okunan kitap sayıları, uluslararası sınavlardaki sıralamalar; toplumsal çürümenin boyutları hakkında bize bilgi vermektedir.
Öğretemediklerimiz için çeşitli alternatifler türemeye başladı. Farklı arayışlar resmi ve gayrı resmi oluşumların önünü açtı. Özel okullar, kurs merkezleri, dershaneler, özel üniversiteler birbiri ardına mantar gibi çoğaldı. Bununla birlikte merdiven altı olarak tabir edilen tarikat ve cemaat odaklı dernek, vakıf adı altında, denetimden yoksun veya sözde denetlenen, eğitimler verilmektedir. Yeni model olarak yansıtılan Türkiye Yüzyılının vizyon modeli bu yapıların önüne geçebilecek mi? Son dönemlerde yapılan tüm müfredat ve modellerin bu oluşumları güçlendirdiğini görebiliriz. Sağlıkta olduğu gibi eğitim alanında da hastalığı teşhis etmek önemlidir. Tespit doğru yapılmazsa veya hastalıklar görmezden gelinirse uygulanan tedavinin hiçbir faydası olmayacaktır. Şuan eğitimde yapılanlarla hastanelerin acil servislerinde yapılanlarla aynı doğrultudadır. Kısa vadeli ağrı kesicilerle bedenimiz, ruhumuz, zihnimiz sadece uyuşturuluyor.
Doğru teşhis için referans aldığımız şeyleri yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor. Kutsiyet yüklediğimiz çoğu değeri bilimin önüne duvar yapılarak tedaviye kalkışılıyor. Oysa bilimin kavramsal karşılığı buna değer verenlerin kimlerle yol alıp almayacağını net olarak ortaya koymuştur. Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek olmadığı gibi bu benzeşim okul ve onun paydaşları için de geçerlidir. Eğitim kurumlarının da kuruluş mantalitesine uygun olarak ilke ve prensipleri doğrultusunda kimlerle, hangi yapılanmalarla yan yana durup durmayacağı netleşmeli. Kendi sosyolojik gerçekliğimiz süreç içerisinde bir çatışma yaratsa da bilimin prensiplerinde asla taviz verilmemelidir. Ülkemizdeki popülist yaklaşımlar neticesinde çeşitli oluşumlarla ek protokoller yapılarak bilimsel eğitim tırpanlanmaktadır. Bilim; çatışmalara, saptırmalara kurban edilip her seferinde Amerika’yı yeniden keşfetme yoluna gidiliyor. Böylece eğitimde gerilemenin önü alınamayıp her seferinde yeni, yepyeni modellemelerle karşılaşıyoruz.
Bir toplumu eğitmek için kısa aralıklarla yapılan köklü değişimler görüldü ki fayda sağlamıyor. Ünlü filozof Sokrates’in sorularla bir aşamaya geldiği yöntemi az da olsa kendimize uygulayalım. Bir önceki müfredatta neler yoktu? Neyi beceremedik? Hayatımızda bu kadar hızlı değişen neler oldu? O dönemde bizi uçuracağı söylenerek yapılan değişiklikler ne oranda hayata geçirildi? Aksamaların kaynağı müfredat mıydı, yoksa başka nedenler mi? O dönemin uzmanlarıyla şimdikiler arasında ne fark var? Eğitim fakülteleri bu işin neresindeydi, şimdi nerede duruyorlar? Teşhis ve tedavi burada kendini göstermiştir. Alanında uzman, sözde liyakat sahibi olduğu için önemli mevkilerde olan akademik dünyamız sınıfta kalmıştır. Hastamızın durumu daha da ağırlaşmıştır. Hastayı her seferinde değerlendiren birimlerin gördükleriyle işin mutfağındaki öğretmenlerin, velilerin, öğrencilerin yaşadıkları hiçbir dönemde uyuşmadı/uyuşmuyor da. Ya şimdi…
Haydi Bismillah! İddialıyız hem de hiç olmadığımız kadar, denerek yeni, yepyeni bir müfredatın kapıları açıldı. İsim son derece iddialı “TÜRKİYE YÜZYILI MAARİF MODELİ”. Eğitimde kısa aralıklarla müfredat değişiklikleri yapılmasının ihtiyaçtan kaynaklandığı belirtiliyor. Tamamen kendimize has olarak nitelenen bu müfredat çalışması elbette değerlidir. Mükemmel bir maket uçak yapıp da uçmasını beklemek gibi bir mantık umarım oluşmamıştır. Ekonomide olduğu gibi eğitimde de “Yapısal Reformlar” dediğimiz köklü değişimler yapılmadan, yenilenmenin temele hiçbir katkısı olmaz. Çürük bir binanın dış cephesini yenilemenin; binanın sağlamlığına bir katkı sunmadığı gibi, binanın içinde yer alan öğretmenin ve öğrencinin de mutlu olmasına katkı sunmayacaktır. Esas olan şey içeriğinde bireye doğrudan etki edecek yapısal reformların yer alıp almadığıdır.
Daha en başından başlarsak eğitim öğretim sisteminin merkezine neyi koymalıyız? Şüphesiz eğitimcilerin çok iyi bildiği ancak çoğu zaman görmezden geldiği en önemli varlığımız olan çocukları tabi ki. Tüm sistem onu merkeze alarak yapılandırılır. Peki, merkezimize aldığımız çocuğun bir de bilimsel anlamda biyolojik ve pedagoji gelişimiyle ilgili detayları her yönüyle biliyor muyuz? Bununla birlikte “Çocuğa Görelik” ilkesini ne oranda sisteme işliyoruz? Bilim ile sistemin anlayış ve inanç yapısı arasındaki çatışma burada karşımıza çıkıyor. Burada yapılan tercih aynı zamanda hastalığa uygulanacak tedaviyi de belirlemektedir. Bilimin asla kabul etmediği ancak beraber hareket etmeye zorlayan anlayışlar; hurafelerle beslenen, gerici, yobaz, bireyi karanlığa sürükleyen yol ve yöntemleri bilimselmiş gibi yutturmaya çalışmaktadır. Bu durum çoğu zaman korku ve kaygılar yaratılarak bilimin önüne geçecek boyutlara ulaşmaktadır. Eğitime, bilime, pedagojiye ve çocuk masumiyetine aykırı bu uygulamalar maalesef normalleştiriliyor. Buna karşı dile getirilen her türlü fikir baskılanarak dışlanarak pasifize ediliyor. Maalesef geçmişten günümüze her zaman kendimize özel durumumuz olduğu mazereti dayanak yapılarak sözde merkeze koyduğumuz çocuğun hak ve eşitliğe dayalı, laik, insan haklarına saygılı, iyi, doğru ve bilimsel bir eğitim alması göz ardı edilmiştir.
Yeni müfredatta da, bir öncekinde de adı seçmeli olup da çocuklara seçtirmediğimiz sözde seçmeli derslerden tutun da farklı inanç ve etnik yapıdaki öğrencilerimizi ötekileştiren hatta yok sayan bir program uygulanmış ve uygulanmaya devam edecektir. Temel değerlerin başında olan “özgürlükler (hele de ifade özgürlüğü), empati, sorgulama” değerleri yeterince vurgulanmamıştır. Onun yerine yine korkular ve kaygıların yanı sıra kendimize has mazeretler sarmalına dayanılarak seçmeli dersleri seçme özgürlüğü dahi öğrencilerimizin elinden alınmıştır. Toplumun bir bölümünün bazı değerleri, herkesin değeri olmak zorundaymışçasına dayatılıyor. En temel çelişki de burada karşımıza çıkıyor. Erdemli birey yetiştirme hedefiyle tanıtılan müfredat daha en başında bu yönleriyle sınıfta kalmaya adaydır.
Biliyoruz ki, çocuklarda özgüven sağlayacak temel adım soru sormak, dolayısıyla her şeyi sorgulayabilmesidir. Bazı somut örnekler üzerinden eğitime dair değer atfedilen ancak uygulamada karşılığı olmayan hangi ilkelerin kaldırıldığını görebiliriz. “Bu seçmeli dersi ben seçmedim ki,” ifadesinin karşılığını “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” içerisinde bulabiliyor muyuz? Bu sorunun yanıtını hepimizin düşünmesi gerekiyor. Birilerinin çocuğun yerine seçmeli dersleri seçmeyi düşünmüş olması, onun yok sayıldığının, ilgi alanının önemsenmediğinin, hayallerinin, merakının, hatta birey olarak yok sayıldığının göstergesidir. Çocukların hemen her şeyi rahatlıkla ve açıkça sorgulamasının önünü açacak açılımların yeni müfredatta vurgulandığı pek söylenemez. Sorgulamayan, cevap arayamayan çocuklar yanlış olsa da hemen her şeyi kabullenmek zorunda kalır. Bu kapsamda felsefe alanını her sınıf düzeyine yaymak esasken bunun da göz ardı edildiği söylenebilir. Çocuk masumiyetiyle birlikte sosyolojik gerçekliğimiz yok sayılarak dayatılmış çaresizlik içerisinde yeni model uygulamaya girecektir. Oysa ülkenin geleceğini inşa edeceğimiz çocukları koyup onun üzerinde kuyumcu titizliğiyle çalışmak gerekirken yıllardır kendilerini uzman olarak niteleyen samimiyetten uzak yetişkinlerin bilimden, eşitlikten, adaletten, liyakatten, ülkenin sosyo-ekonomik gerçeklerinden uzaklaşarak bazı ideolojik saplantılar ve korkularla çocuklar üzerinde denemeler yapması asla kabul edilemez bir tutumdur.
Ülkede yıllarca süslü, popülist söylemlerle kendi gerçekliğimiz görmezden gelinmiştir. Ülkenin kaynakları yıllarca bilim dışı uygulamalara harcanarak heba edilmiştir. En önemli kaynak ise geleceğimizi oluşturan çocuklarımızın kaybıdır. Hayatta çoğu şeyin telafisi mümkünken kaybedilmiş bir nesil ve bir ülkenin geleceğine dair umut ve hayallerin telafisi mümkün değildir. Atılacak her adımda çok titiz davranılması gerektiğini çoktan öğrenmiş olmamız gerekiyor. İşte çocuk hassasiyeti maalesef burada kendine yer bulamadı. Çocuk dışındaki korku, kaygı ve ideolojik saplantılar her şeyin önüne geçti. Bu da özellikle eğitimin üçlü sacayağı olan öğretmen, öğrenci ve velinin eğitime dair özverisini, samimiyetini gölgeledi. Bu üçlüdeki duygusal çöküntü de en az toplumsal çürüme kadar kolay toparlanacak bir olgu değildir. Bugün öğretmen, veli ve öğrenci merkezli bir anketler düzenlendiği takdirde bu çöküntünün boyutları çok net görülecektir.
Toplum yapısı içinde ekonomik ve sosyal çürümenin eğitim alanına yansıması tek başına müfredatla çözülecek boyutlarda değildir. Bir önceki müfredat çalışmasında da benzer korkular görülüp değişikliklerle birlikte restorasyonlar yapılmıştı. Geldiğimiz nokta da bu çalışmaların beklenen hedeflerin çok uzağında olduğu görüldü. Öngörülerle birlikte tanıtımı yapılan ve formatörler vasıtasıyla öğretmenlere seminer verilen “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” ile uzun vadeli hedefler ve vizyon oluşturulmaya çalışılmıştır. Peki, bu modeli eline alacak ve uygulayacak olan öğretmenler verilen üç günlük eğitim sonrasında eski adıyla ‘kazanım’ yeni adıyla ‘öğrenme çıktısı’ olarak ne öğrendi. Özellikle de öğretmenlerin kullandığı ve takip ettiği sosyal medyada platformlarında yer alan, abartısız ifade ediyorum, binlerce değerlendirme; değişen çok şeyin olmadığı/olmayacağı yönündedir. Hatta bu seminerleri veren uzmanların dahi serzenişleri olduğu ifadeleri de azımsanmayacak orandadır.
Eğitim camiasının ve öğrencilerin asıl rahatsız olduğu hususlara bu model çözüm bulabilmiş midir? Elbette kolaylaştırıcı ve çağın gereklerine uygun bazı değişiklikler kabul edilebilir. Ancak öğretmen, öğrenci ve veliyi doğrudan ilgilendiren temel yapısal sorunları görmezden gelmek, çözümsüz bırakmak bu yeni modele olan inancı zayıflatmaktadır. Yapısal beklentilerin karşılanamamış olması aynı zamanda müfredatın mükemmelliğine olan inancı baştan sarsmaktadır. Ayrıca bu modele dair önemli akademisyenlerin ciddiye alınacak raporlanmış eleştirel çalışmaları da vardır. İlerleyen dönemlerde bunların değerlendirilip değerlendirilmeyeceği ise muallaktır.
Yapısal reformlar kapsamında eğitim kurumlarının özellikle de büyük şehirlerin fiziki yapıları ciddi alınacak oranda yetersizdir. Yapılan hazırlıklar çocukların yaşına, biyolojik gelişimine ve ihtiyaçlarına cevap vermekten uzaktır. Sınıf mevcutlarının fazla olması, çoğu okulda ikili eğitim yapılması, iklim şartları, heterojen yani birbirinden farklı nüfus yapısı, ulaşım/servis sistemi gibi eğitimi doğrudan etkileyen nice faktör müfredatın önünde çelikten duvardır. Bununla birlikte kimilerine göre sistemin Süpermen’i kimilerine göre de Don Kişot’u öğretmenin toplum yapısı içerisindeki statü ve saygınlığını yitirmesi, yakışır oranda ücret gibi faktörlerin yanında ideolojilerden arındırılmış liyakat sahibi yöneticilerin belirlenmesi ciddiye alınmalıdır.
Hazırlanan müfredatın niteliği elbette önemlidir. Ancak dünyanın en iyi müfredatının veya modelinin hazırlanmış olması bunun tam manasıyla uygulanacağı anlamına gelmez. Kurumlarla birlikte öğretmen ve öğrencilerin de motivasyonu aynı oranda hazır mı? Örneğin; verimli olmadığı bilinmesine rağmen ikili eğitim yapan okullarla yapmayan okulların aynı müfredatı aynı zamanda işlemek dayatılmış çaresizliktir. Öğrencinin biri 09.00’da diğeri 07.00’de derste olmak zorundadır. Okula gitmek için en iyi şartlarda 06.00’da uyanmak zorunda kalan bir ilkokul çocuğuna hangi müfredat iyi gelebilir? Geçim sıkıntısı yaşayan, kirayı ödemekte zorlanan bir eğitimci için mükemmel müfredat ne anlam taşır? Hayata tutunmaya çalışan ücretli öğretmenlerin durumu ise içler acısıdır. Bununla birlikte okulunda ödeneği, hizmetlisi, güvenliği olmayan veya yetersiz bütçeyle çırpınan idealist, liyakat sahibi idarecilerden bu yeni modeli sağlıklı yürütmesini beklemek ne kadar gerçekçidir?
Yeni bir eğitim modeli geliştirilirken eğitimi doğrudan etkileyen unsurların da dikkate alınması gerekiyor. Eğitim alanı dışında da bir hayatı olan öğrencilerimizin ve velilerin etkilendiği birçok unsur vardır. Çocukların yenilenmeyi hayatın tüm alanlarında hissetmesi önemlidir. Dış faktörlerin öğrenciler üzerinde okuldan daha etkili olduğu su götürmez bir gerçektir. Bunu gözardı etmeden tüm paydaşların sorumluluk üstlenmesi kaçınılmazdır. Teknolojinin gelişmesiyle birlikte cep telefonu, internet, televizyon gibi birçok araç çocuğu olumlu olduğu kadar olumsuz da etkileyebilmektedir. Değişime dair atılan adımlar hayatın her alanında kendini hissettirebilecek nitelikte programlarla desteklenmelidir. Özellikle yönetici vasfı taşıyanlarla birlikte siyasetçilerin; bilim, sanat ve spor insanlarının, sosyal medya fenomenlerinin, pek çok alanda öne çıkmış şahısların üslup ve söylemlerinde son derece hassas olmak zorunda oldukları unutulmamalıdır. Yoksa öğretmenin tek başına, okul ortamında, erdemli birey yetiştirme hedefi sadece bir müfredatla üstesinden gelebileceği bir durum değildir. Hele hele Türkiye gibi heterojen yani farklı etnik yapı ve kültürlerin bir arada olduğu, hatırı sayılır oranda mültecinin yaşadığı bir toplumda ayrıştırmadan, dayatmalar yapmadan, kimsenin kendini öteki hissetmeyeceği ortak dile ve eğitim modeline ihtiyaç vardır.
Bilinmeli ki müfredatlar tek başına ilaç değildir. Öncesinde bunu destekleyecek temeller sağlama alınmalıdır. Eğitime dair iş ve işlemlerde tüm paydaşların eşit olmasa da birbirine yakın şartlarda kendi sosyolojik yapısına uygun, bilimsel ve tamamen çocuk gerçekliğine uygun şekilde düzenlenmelidir. Yapısal çözümler ortaya kondukça eğitimcilerin de geleceğe dair inancı da iradesi de yeşerecek, meyvelerini de tüm ülke toplayacaktır. Böylece memleketin çocukları her türlü kaygı ve korkudan azade çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmış olacaktır. Eğitimci Yazar Mesut AKÇA