Hemen her alanda olduğu gibi MEB bünyesinde de yapılan uygulamalar gösteriyor ki, 20 milyona yakın öğrencisi bulunan kurum, çocuklarını öz ve üvey olarak ayırıyor. Her ne kadar bunun böyle olmadığı şiddetle savunulsa da gerçeklerin üstü kapanmayacak kadar açıktır. Bazı çocukları özellikle de “Seçmeli Dersler ve ÇEDES” adı altında kendine has değerlerinden koparıp kendi belirlediği ideolojik araçlarla yeni değerler yükleyerek açıkça ötekileştirmektedir. Bunu yaparken de en masum adları kullanmaktan geri kalmıyor.
Bunlardan birincisinin adı: Seçmeli Dersler -Gülmeyin ama- Seçeceğinizi düşündünüz, değil mi?) İkincisinin adı: ÇEDES(Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum, Gülmeyin ama, Kendi öz değerlerinizi öğrenip yaşayacağınızı düşündünüz, değil mi?) Az çok Türkçesi olanlar isimlere bakıp bundan başka bir anlam çıkarılamaz, deme saflığına düştü. Koskoca Eğitim Bakanlığı bizim saf duygularımızla oynamaz, bilimin gereğini yapar, diye düşünürsünüz. Minareyi çalan kılıfını hazırladığı gibi, görünen köy de kılavuz istemedi. Ebubekir Kânî Efendi’nin Silistre’de söylediği rivayet edilen “Kırk yıllık Kânî, olur mu Yani” sözünü hatırlattı.
Hani semt pazarında her sebzeyi meyveyi mıncıklayan teyzeler olur; bir de onları durduran pazarcı esnafı. Önce seçmece bunlar, diyerekten ortalık inletilir, ardından tezgâh kalabalıklaşır. Bu teyzeler iyisini, güzelini seçmek için türlü türlü taktikler yapsalar da esnaf çok uyanıktır. Bir kısmı kızarak “seçmece değil abla; biz veriyoruz.” Kimisi de onlara seçtiriyormuş gibi yapar, çürük çarık olanları araya kaynaştırır. Bizdeki seçmeli dersler de adı seçmece olsa da ya hemen hemen hiçbir ders seçtirilmiyor. Pazarcı misali çoğu idareciler korku, kaygılar, istek ve talimatlarla bu ciddi meseleyi kendi aralarında pişirip servis ediyor. Gariban vatandaş da seçmeli dersleri sanki kendi seçmiş gibi yoluna devam ediyor. Oysa seçmediğimiz/seçtirilmeyen dersler, içinde ideolojik yaklaşımları barındıran, sözde toplum yapısını, hassasiyetini gözeten tehlikeli içerik ve uygulamalar barındırıyor.
MEB de farklılıklara olan duyarlılığını ulusal ve uluslararası arenada sergilemek için seçmeli dersleri birbiri ardına sıraladı. Reklamını yaparken “Seçmece bunlar” diyerek şenlik ortamı yarattı. Özgürlükler ve demokrasi nutuklarıyla birlikte öğrencinin ilgi ve ihtiyaçlarının temel alınarak seçmelilerin oluşturulduğu bangır bangır söylendi. Zenginliğimizi ortaya koyup isteyen istediğini seçer, denildi. Uzaktan da davulun sesi çok keyifli geliyordu. Yandaş sendikalar halay ekiplerini dahi kurmuştu. İşin mutfağına geldiğimizde durumun hiç de öyle olmadığı ortaya çıktı. Ocakta yine bulgur pilavı, ekmek… Yeni sürpriz var denildiğinde heyecan sarmadı değil. Yemeğe başlayınca fark ettik ekmeğin içine koydukları makarnayı. Hiç bir şey görüldüğü gibi değilmiş. Hadi yemek bir yana mutfakta hamam böceklerinden, farelere kadar türlü haşereler de kol geziyor. Ne dersler seçilebildi, ne de toplumun o kutsal değerlerine sahip çıkıldı.
MEB okullarda sürdürdüğü programlar, protokoller ve seçmeli dersler adı altında yaptığı uygulamalarla toplumun bazı kesimlerini ötekileştirmenin tohumlarını attı ve atıyor. Yerli ve milli kumaştan dikilen gömleği bilime, demokrasiye, özgürlüğe ve laikliğe aykırı da olsa her öğrenciye; onunla birlikte veli ve öğretmenlere giydirmeye çalıştı/çalışıyor. Bu durumun geldiği boyutları göz önüne aldığımızda en başarısız, mutsuz ve umutsuz olduğumuz alanın eğitim alanı olduğunu yaşadık/yaşıyoruz. Eğitim sistemimizde değişimin ve yeniliğin karşılığını anlamak için neyle kıyaslamak gerektiğini de ortaya koyması lazım. “Daha az bilim, daha çok inanç” eksenli bir modellemeyle yenilenme adımlarını görüyoruz.
Son süreçte MEB’de yürütülen örtülü ideolojik faaliyetlerin başında, içinde Diyanet’in de olduğu din eksenli ÇEDES(Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum) projesi ve adına seçmeli denilen ‘Zorunlu Seçmeli’ dersler gelmektedir. Cemaat, tarikat, din eksenli yapıların rahatlıkla, resmiyet kazandırılıp, at koşturdukları bir alan yaratma çabasıyla adı son derece masum konulan ÇEDES’in, içinde nelerin var olduğundan öte; nelerin yer almadığına bakmak gerekiyor.
Kiliseler ve onların temsilcileri var mı? Cem evleri ve ona inanan Aleviler ve onların temsilcileri var mı? Varsa ne oranda teşvik edilip yer veriliyor? Kürtler ve Kürtçe bizim değerlerimizse bunlara nasıl sahip çıkıldığı/çıkılacağı var mı? Bu ve buna benzer ülkemizin sosyolojik gerçeğinde yer alan tüm etnik ve inanç unsurlarına nerede peki? HES’lerle bozulan doğanın dengesine çözüm var mı? Liyakatle birlikte emeğe saygı var mı? Kadına şiddet, baskı, ayrıştırma ve engellemelere karşı bir şeyler var mı? Bu projede belirtilen değerler, devletin resmi ideolojinin uygulamalarıyla öne çıkardığı sadece Türk-İslam sentezine mi hizmet ediyor? Bir yıldır uygulanan ÇEDES, bu masumane adıyla ‘kuru kuru gadamızı almak’tan öte birleştirici, bütünleştirici, kapsayıcı bir misyon üstlenmiş midir?
ÇEDES’le ulaşılmaya çalışılan hedefler, din ve ahlak temelli maneviyatı merkeze alan yeni eğitim modeli ile müfredata da yerleştirilmeye çalışılmaktadır. Bir kavramın zihnimizdeki karşılığı onun nasıl tanımladığımızla alakalıdır. Yeni müfredat çalışmasında da merkeze aldığımız erdemli insan yetiştirme hedefi için de bir yol haritası hazırlanmıştır. Tanımların sözlük anlamı dışında bir de kapsama alanı vardır. Bunu belirleyen, sınırlayan yapı ise güçlü olan, yöneten yapılardır. Kimin nasıl tanımladığı üzerine tartışmalar yürütülmeden “ben sizin babanızım; ben ne dersem o olur,” yöntemi tercih edilmektedir. Büyük İslam âlimlerinden kısa adıyla İbnü’l Arabi, “Kendi inancınızda farklı inançları yok sayacak derecede kaybolmayın,” diyerek bugünkü eğitim sistemimizi inşa edenlerin düştüğü hatayı yüzyıllar öncesinden dile getirmiştir. Bu kayboluş bir anlamda içimizdeki demokratı öldürdüğümüzün de göstergesidir. Farkında olmadığımız şey ise kendimizi dev aynasında büyüttükçe çevremizdeki farklılıkları küçülttük.
Ülkemizde hemen hemen her kavramda olduğu gibi ciddi bir “Ahlak” tanımına ihtiyaç vardır. Ahlakla birlikte “maneviyat ve erdemlilik” kavramlarının da dar çerçeveden çıkarılıp evrensel boyutlardaki karşılığının eğitim sistemine yerleştirilmesi gerekiyor. Bizdeki tanımlamalarda ise sadece bizi ilgilendiren kısmıyla ele alınıp değerler yükleniyor. O da sadece bir inancın ilgili mezhebi esas alınarak yapılandırılıyor. Eğitim sistemimizi inşa ederken bile bu kavramların evrenselliğine de haksızlık yapılmaktadır. Bu tutum, öyle kabullenilip normalleştirilmiştir ki, İbnü’l Arabi’nin dediği gibi, kendi inancınızda farklı inançları yok sayacak derecede kaybolduk. Körleşen bu kişilikler sistem içerisinde yer alan diğer mezhepleri, felsefi yaklaşımları veya İslam dışı dinlere inananlarla, deist olanları hatta hiçbir dini yapıyı kabul etmeyen ateistleri; ahlaksızlık, erdemsiz, saygısız, sevgi yoksunu, hoşgörüsüz oldukları veya olacakları vurgusunun sürekli işlenmesine sebep olmaktadır. Bu yöntemle eğitilen çocuklar farklılıklara karşı kin duyup, düşmanca tutum geliştirmeye başlayacak bu da toplumsal anlamda baskı ve linç olgusunu tetikleyecektir.
Hemen hemen tüm devlet okullarında dayatılan, zorla seçtirilen veya seçmediği halde zorunlu olarak okutulan “Seçmeli Dersler’ genellikle tek bir dinin ve mezhebin içtihatlarını öne alan derslerden ibarettir. Okul idareleri çoğu zaman emir ve talimatlar doğrultusunda seçmeli dersler içerisine mutlaka dine dair bir ders yerleştirmektedir. Bir nevi kendilerini temize çıkarma adımı olarak da görebiliyorlar. Bu dayatmalar neticesinde dinlerin birleştirici ve bütünleştirici özelliği tamamen ortadan kalkmaktadır. Peki, Milli Eğitim Bakanlığı bu dayatmalara göz yumarak veya destekleyerek neye hizmet ediyor? Bir karmaşa yarattığının farkında değil mi? Yeni müfredat çalışmasıyla bu ikileme, karmaşaya son vermesi beklenirken dayatmaların artarak devam etmesine yol açacak seçmeli derslere, ek protokollere devam ediyor olmasını anlamak mümkün değildir.
Çocuk masumiyetini, temizliğini, güzelliğini lekeleyen bu türden yaklaşımların işin uzmanı sözde eğitimciler tarafından pas geçilmesi kabul edilemez. Oysa hem dünya ölçeğinde hem de ülkemizde sosyolojik çeşitliliğin varlığı; yoğun ahlaki, insani ve erdeme dair değer yargılarının olduğunun özellikle vurgulanması gerekmektedir. Bu yaklaşım bütünleştirici yönüyle barış içinde birlikte yaşama kültürünü perçinleyecektir. Yerli ve milli olmanın karşılığı kendimizi dünya değerlerinin üstünde değil bir boyutuyla yanında olduğunu belirtmekten geçiyor. En önemli değerin birbirlerinin yaşam hakkına saygı duymak ve birlikte mutlu yaşayabilmektir. Bunu yüzyıllık Cumhuriyetimizde ne oranda başarabildik?
Yıllardır ‘Farklılıklar zenginliğimizdir’ fıkrasının anlatıldığı ülkemizde gülmeye devam eden kocaman bir kitle olsa da yeni nesil dediğimiz gençler öyle hemen her şeye gülmüyor. Z kuşağı denilen nesil; gelenekçi yapıların kalıplaşmış çağdışı kabul edilen ahlaki değer yargılarına karşı olmakla birlikte; dayatılmış doğrulara karşı bile tahammülleri yoktur. Gençlerin her türlü sosyal, siyasal, ailevi baskıya rağmen itiraz çanlarını her platformda duyuyoruz. Böyle olunca da ısrarla anlatılan yerli ve milli fıkralar bu gençlere samimi gelmiyor. Yetkililerce insanların gözünün içine baka baka, demokrasinin, eşitliğin, insan haklarının, adaletin arka kapısından iş çevrilmeye kalkışması, yeni neslin sisteme olan güven ve samimiyetini derinden sarsmaktadır. İşletilen sistemin geldiği boyut hem dini hem de manevi yönden çürümeyi hızlandırmaktadır. Bilgi ve teknoloji dünyamızı olabildiğince küçültmeye devam ederken değer atfettiğimiz kutsal kavram tanımlamalarını evreni kapsayacak ölçüde büyütmek gerekiyor. Belki o zaman hem çağı hem de gençlerimizi yakalamış olacağız.
Eğitim sistemi içerisindeki milyonlarca öğrenciye öncelediği ahlaki değerleri, sadece İslam dini ekseninde gören ve yorumlayan MEB ve işbirlikçisi Diyanet; yaptığı dayatmalarla en büyük darbeyi dine vurduklarının farkında değildir. Okullarda belirgin hale gelen İslami uygulamalar, onun da öne çıkarılan mezhep ve içtihatlarını, toplumun farklı inanç ve anlayışını taşıyanlara dayatarak gönüllülük esasını ortadan kaldırıyor. Mağdur olan kesimleri farklı arayışlara itiyor. Bu kapsamda iki tehlike ile karşı karşıya kalınıyor. İslam’ın ona dair ‘zorunlu İslami din dersi’ sözde dinin kültürünün verildiği lanse edilen ancak okul içinde yürütülen uygulamalarla inançlara tarla attırılan bu komedi görmezden geliniyor. Bunun yanında bir de ‘zorunlu seçmeli’ haline getirilen kendi adıyla çelişen akıl ve mantık dışı bu uygulamayı öğrencilere, velilere rızaları dışında dayatması İslam’ın saygı, sevgi ve hoşgörü ilkelerine aykırıdır. Bu dayatmalar neticesinde hem öğrencilerin, hem öğretmenlerin hem de velilerin dine olan yaklaşımlarında ciddi zayıflama görülmektedir. Yapılan araştırmalar neticesinde özellikle genç kuşak içerisinde başka inançlarla birlikte deizm, ateizm de yaygınlaşmaktadır. Buradan o inanç ve anlayışların sakıncalı olduğu anlamı çıkmamalıdır. Bireylerin ahlaki değerlerinin oluşması için bir inanca ihtiyacı yoktur. Bunun en bariz örneğini Japonya’da görüyoruz. Wikipedia’dan alınan verilere göre bugün ahlaki değerler ölçeğinde zirvede yer alan Japonya’nın %62 ‘sinin inançsız olduğu yer almaktadır.
Süreç içerisinde karşılaşılan örnekler vahim olduğu kadar Aziz Nesinlik denilecek ölçüde komiktir. Hristiyan bir öğrenciye seçmeli “Kur’an” dersinin verilmesini hangi eğitim ve bilim insanı düşünebilmiştir. Birilerinin bunu düşünse de koskoca MEB uzmanlarının, üniversitelerin ilgili fakültelerinin, yasayı geçiren TBMM üyelerinin bu durumları öngörememesi kadar; görüp de düzeltmemesini neyle açıklayabiliriz. Empati yönümüzü devreye aldığımızda Müslüman bir öğrenciye İncil’in seçmeli zorunlu olarak okutulması zorbaca kabul edilir. Hatta bu durum İslam ülkelerinde Hristiyanlık inancının bir tutumu olarak ifşa edilir. Alevi inancını benimseyen milyonlarca vatandaşımızın değer yargıları ve içtihatlarını yok sayan seçmeli ders zorbalığını hangi kutsal değerimizle açıklayabileceğiz. Hele de Bakanlık birimlerinin tüm bunların bilincinde olduğunu düşünülüyorsa durum daha da vahimdir. O zaman ülkenin geleceğine dair samimiyetini sorgulamak gerekiyor. Ülkenin çocuklarına nitelikli eğitim verilmesini istemeyen gizli güçlerin varlığını kabul etmiş olacağız.
Ortada bir neslin dünya görüşünü, karakterini doğrudan etkileyecek büyük bir sorun var. Mevcut eğitim anlayışıyla karar alıcılar, gücü ve yetkisi olmasına rağmen bu sorunu çözüme ulaştıramıyor. O zaman farklı alternatiflerin devreye girmesi kaçınılmaz hale geliyor. Eğitim sistemi içerisindeki sadece bir dinin ve mezhebin kabul gördüğü ve dayatıldığı zorunlu ve sözde seçmeli dersler toplumun bazı kesimlerini ciddi anlamda rahatsız etmektedir. Bu karşın sisteminin üvey evlatları olarak görülen Alevi Kurum ve Kuruluşları, ülkemizdeki diğer dini kurumlar,(Hristiyan, Musevi Vb.) Deist ve inançsızlar; laik, demokratik, bilimsel eğitime inananlarla kimi eğitim sendikaları; çocuk gelişimine, pedagojisine aykırı olan bu dayatmalar karşısındaki hukuki girişimleri de maalesef etkin bir karşılık bulamamıştır.
Hukuk yolu uzun olduğu kadar bıktırıcı bir hal almıştır. O halde bu sorunları kim, nasıl çözer; sorunu yaratanlardan medet ummak ne kadar inandırıcı olur? Hani derler ya “Delinin biri kuyuya bir taş atar, kırk akıllı çıkaramaz,” işte içine düştüğümüz durumu özetler nitelikte bu atasözü öğrenilmiş çaresizliğimizin özetidir. Şimdi ne kadar kafa yorsak da işin içinden çıkamıyoruz. Bu çarpık işleyiş karşısında çocuklarını korumak isteyen aileler (farklı dinden, mezhepten veya inançsız olanlar vb.) ne yapacaklarını bilmiyor. İzlenecek yol haritasını hiçbir kurum, kuruluş ve sivil toplum açıkça ortaya koyamıyor. Mağdurların bir araya gelememesi de ayrıca bir sorundur. Siyasi oluşumlar elini bu taşın altına koymaktan imtina ediyor. Oysa her duyarlı ebeveyn çocuklarının aldığı eğitimi önemsemelidir. Çocuk için gösterilen çaba onlara verilen değer ölçüsündedir aslında. Mağduriyet yaşayan tüm kesimlerin birlikte adım atabilmesini öncelemelidir. Kurumsal yapılar kamuoyu yaratarak işbirliği adımlarını atmalıdır. Mevcut durum karşısında somut, elle tutulur, kısa vadede yapılabilecekleri korku ve kaygılardan azade açıkça ortaya konmalıdır. Bir an önce sorunu çözecek pratikler geliştirilmeli, bazen ilkelerle bağdaşmayacak boyutlarda olsa da amiyane tabirle sistemin arka kapısından girmek gerekebilir. Öyle yapmaya başlayan veli girişimleri olduğu biliniyor. Bireysel çabalarla AHİM’e giderek bir noktaya ulaşmaya çalışan velilerin bu gayreti işleyen çarkın dişlileri arasında ezilmektedir. Bazıları daha radikal bir yol olarak din değiştirmek suretiyle sistemin dayatmalarından kurtulma yolunu aradığı da biliniyor. En azından protokollerle yapılmak istenen uygulamalara karşı dilekçe verenler istenilen boyutta olmasa da vardır. Bu çalışmaların sistemli hale gelmesi için üst perdeden diyalog ve işbirliğinin adımları atılmalıdır.
Milli Eğitim Bakanlığı içerisinde varsa(!) sosyoloji uzmanlarını dinlemesi gerekiyor. Zorunlu derslerle birlikte seçmeli derslerin belirlenmesi, içeriğinin hazırlanması, okulların fiziki alt yapısının oluşturulması; ülkenin sosyolojik gerçekliğiyle uyumlu olmak zorundadır. Aksi durumda şu an da olduğu gibi hem çocuklar, hem veliler hem de eğitimciler asla mutlu olmayacaklardır. Dayatmaların her dönemde geri teptiği artık bilinen bir şeydir. Bunda ısrarcı olmanın hiçbir katkısı olmayacaktır. Biran önce kendi sosyolojik gerçeklerimizle yüzleşip, cesur adımlarla; laik, demokratik, parasız, ana dilde eğitimin önünü açacak gerçekçi bir eğitim modeline ihtiyacımız vardır.