BİSMİLLAHİRRAHMANİRAHİM

Çok çok acıyıcı, sonsuz merhamet sahibi Allah’ın adına

Varlık’tan Veriler, yücelerden süzülerek geliyor, bilindiği gibi, Hz. Peygamberin zamanında ve daha evvel, Mekke, Medine ve hatta tüm Arabistan’da insanlar bazı reisler ardında guruplaşmışlar buna da aşiretler, vmanheya kabileler  denmiştir. Mekke, Medine ve Arabistan’da aşiret reisleri ve ailelerinde, yakın çevrelerinde okuma yazma bilenler az da olsa var idi. Ama, sıradan insanlar ve köleler içinde hemen hemen yok denecek kadar az idi. Ama bunlar normal akıl –anlama yeteneğine sahip idiler, yani bu kişiler deli ya da mecnun değildiler. Çünkü aklın lügat anlamı: bir şeyi anlamak – Allah’ın insana verdiği anlama yeteneği dir. Arapça’da akılsız , deli demek değildir.Deli, mecnun- anlayışı kıtdemektir. Ama insanlar genelde akıllıdırlar, aptal değildirler.

Hz. Peygamberin zamanında Ehl-i Kitaptan, Yahudiler ve Nasaralar- Hıristiyanlar varlardı. Hatta Medine’de, Hayberde Yahudi topluluğu vardı. Ayrıca Ben-i Nadir kabilesi Yahudi’dir. Sinagogları, hahamları, din bilginleri vardı. Ayrıca Mekke’nin kuzeyinde Amman, bugünkü Ürdün, Şam, Kudüs’te ve Mekke’nin batısında Hıristiyan Habeşi Krallığı vardı. Bunlar bu Hıristiyan ve Yahudiler, bu Arap putperestleri Hıristiyan ve Yahudi etmek için çok uğraş verirlerdi, ancak bir türlü bu putperest Araplar , Hıristiyan ve Yahudi olmazlardı. Yani bu işi, Hıristiyan ve Yahudi din adamları bir türlü başaramazlardı, nitekim başaramadılar da.

PEKİ NEDEN BAŞARAMADILAR? Ellerinde Tanrının kitabı Tevrat ve İncil var idi. Yaniilahi mesaj o zaman da , İslâm’dan önce de var idi. Tevrat ve İncil Allah’ın kitabıdır.Allah’ın kelâmıdır. Hz.Muhammed(S.A.S), Peygamberliğini açıklayıncaya kadar Kur’an nüzul oluncaya kadar bu iki kitap, İslâm’a göre mensuh-hükmü kaldırılmış değildi. Bu iki kitabın hükmü Kur’an ile kaldırılmıştır. Bunlar da Allah’ın Kitabı, sözü idi. Hıristiyan ve Yahudi Din Bilginleri bu putperest Araplara, Tevrat ve İncil’den ayetler okurlardı. Onları, ilahi mesaja bağlamayı çok istediler, ama bir türlü başaramadılar. Bir türlü Arapları Hıristiyan ve Yahudi edemediler. NİÇİN EDEMEDİLER? Çünkü İnsanlar, okumuş yazmış da olsa, okuma yazma bilmese de genelde aptal değillerdi. Herkes de derece derece akıl vardır ve bu doğaldır. Akıl yapay değildir. Tanrı vergisidir. Akıl, insanın tenine üfürülen ruh’un sıfatlarından bir sıfattır. Bu anlattıklarım bir gerçektir. İnsanlar aptal değildir diyoruz.

Şimdi, o Müşrik Araplar, Mekke ve Medine’de, diğer yörelerde olsun, Tevrat ve İncil öğretisinden haberdar idiler, kendilerinin meçhulü değil idi. Din adamları da çok çaba gösteriyorlardı. Onlar da bu öğretiyi dinliyorlardı. Fakat, onları öğretmek isteyen ruhbanların, piskoposların, papazların, hahamların ve hahambaşlarının yüzünde ve suretinde Allah’ın, Musa’nın, Tevrat’ın, İsa Mesih’in ve İncil’in nurunu , feyzini görememekteydiler. O din adamlarında bir Musevi, İsevi kemâl ve erdem, dürüstlük ve emniyet göremediler. Onun için ne kadar Tevrat’ı, İncili dinleseler de inanamadılar, tatmin olmadılar. Çünkü yukarı da dediğim gibi insanlar genelde aptal değildirler. Her insan az çok akıl sahibidir, bu Mutlak Varlığın kendilerine verdiği bir niteliktir.

Halkımız da ne zaman Hakkı temsil eden insanları görünce, onlarda Peygamber Efendimizin ahsen niteliklerini görmedikçe tatmin olmayacaklardır. Bu kişilerin adı ister hoca, ister âlim, ister müderris, ister üstat, ister vaiz, ister ulema, ister baba, ister şeyh, ister pir, ister mürşit isterse dede olsun. Din öğretisi verenlerin hangi dinden olursa olsun, o temsil ettikleri Peygamberin, yüzlerinde nurunu, davranışlarında ahlâklılık ve dürüstlüğü görmedikçe insanlar bir türlü tatmin olamazlar çünkü genelde insanlar aptal değildir.

ŞİMDİ NE DEMEK İSTİYORUZ? Demek istediğimiz şu ki : ÖĞRETİYLE OLMUYOR! O öğretiyi verenin bizzat o öğretiyle özdeşleşmiş olması gerekir. Yani bir Musevi din adamının yüzünde Musa’nın, İsevi din adamının yüzünde İsa’nın nuru olacak. Çünkü Kâmil İnsanlar nuranidir. Tevrat’ın, İncilin, Zebur’un ve Kuranın nur olduğunu ise Allah Kur’an’da bildirmektedir. Peygamberimiz hakkında Sure-i Azhab 46. Ayette Allah Peygamberimiz için “Sen Allah’ın izniyle, insanları Allah’a çağırırsın – davet edersin, sen “Sirâcen Münir” (çok  keskin ışık, aydınlık, nur saçan)sın Ya Muhammed!” demektedir. Nitekim Kur’an gökteki güneş  için de sirâc (göz kamaştırıcı) sözcüğünü kullanır.

Öyleyse, Kur’an’a göre Hz. Muhammed bir nur saçan Güneştir. Bu ayet diğer Peygamber ve Kâmil insanları da içine alır. Bütün Evliyalar ve Enbiyalar keskin ışıktır ve aydınlık saçarlar. İşte Müşrik putperest Araplar, o yörenin insanları da, Hz. Peygambere inananlar, Allah’ın –Rabbın-, Kur’an’ın, Tevrat’ın, Zebur’un, İncil’in, Musa’nın, İsa’nın, Adem’in, Nuh’un, yani o kutsal kişilerin nurlarını Hz. Peygamberin yüzünde, mübarek cemalinde müşahede ettiler. Ondaki fazileti, rahmeti, şefkati, adaleti bizzat gördüler, hayran oldular. Yani Kutsal Peygamberin vechindeki kutsallığı fark ettiler. Bu Hz. Muhammed ermiş, Tanrıyla diyaloga geçmiş, nurlu, nurani, olgun insan, güvenilir insan dediler ve onu sevdiler. Sevince de Hakkı sevmiş oldular, dizinin dibinde oturdular. Hakkı sevince, Hak-ı Mutlak Allah da onları sevdi ve onlara hidayet etti. Onlara imanı ikram –hediye-armağan– etti.

Hakkı sevmeyene iman yok. Bir Peygamberi sevmek doğrudan Hakkı sevmektir. Sıradan bir insanı sevmeye benzemez. Nitekim: Allah Bir, Resul Hak deriz. Bu Hz. Muhammed’i, Musa’yı, İsa’yı, Davud’u, İbrahim’i, tüm Peygamberleri, Hz. Muhammed’in Ashabını, Hz. İsa’nın Havarilerini, Hz. Muhammed’in kutsal Ehl-i Beytini ve gözde Ashaplarını görüp sevenler de işte Hz.Muhammed’in, vechindeki, Hz. Musa’nın, İsa’nın vechindeki nuru görmüş oldular. Ve onları sevdiler, onlara bağlandılar, yardımcı oldular. Dolayısıyla Allah onlar için: Ensarullah demektedir. Peygamberlere,  iyi insanlara yardım, Allah’a yardımdır. Bu zatları sevmeyenlerin ise, türlü sebepleri vardır. Bir kısmı bunları kıskanmıştır.: Niye bu nurlu da , ben değilim? demişlerdir, bir kısmı da çok gafildi, o cemaldeki güzelliği fark edememişlerdi. İşte bunlar gafiller – koyu cahillerdir. Bir de o zamanın reisleri, etraflı kişileri- ekabirleri, ileri gelenleri bu Peygamberlerin, bilhassa Hz. Muhammed’in çok etkileyici, yüksek bir ikna kabiliyeti olan kişi olarak gördüler; Bu reis, halkı etkiler ve yanına çeker, bu bir lider dediler. Kendilerine benzettiler, halkı etkileyip, yanlarına çekmesinden korktular. Kendi zulüm düzenlerine ters düştüğünü gördükleri için Muhammed A.S. ve bütün Peygamberler için öldürelim dediler, kendi düzenlerinin değişeceğinden korktular. Çünkü Peygamberler hep sosyal adalet istediler. Peygamberler, genellikle zengin olmayan ailelerden çıkmıştır. Onlar da kendi riyasetleri gitmesin diye bile, bile inkâr etmişler, Peygamberlere, Evliyalara çok zulüm etmişler bazılarını öldürmüşlerdir.

İnsanlar için eski öğretiler bir nevi öykü gibidir. Ne yaparsanız yapın, tatmin olmazlar. İnsanlar eğitim , öğretimle mümin olamazlar. Bizzat o Kâmil İnsanı görmeleri gerekir. Yani biz de Yunus’u görmedikçe, Yunus’un şiirlerini okumakla, Yunus’un öğretisiyle gerçek Âdemolamayız. Efendim, Adam olun diyorlar, NASIL ADAM OLACAĞIZ?

Adem şöyleymiş, Adem böyleymiş, Adem demiş, Adem böyle iyiymiş, Adem böyle güzelmiş ama Adem’i ömründe hiç görmemiş biri nasıl bilecek? Öğreti ile olmuyor. Gerçeğin öğreticisini görmek gerekir. Adem’i görmeden Adem olunmaz. Öğreti fiil- ortaç –sıfattır. Öğreten özne- faildir. İlmin öznesi Âlim’dir. Alim olmadan ilim kendi kendine bir şey yapamaz. Gerçek Âlim, irşad eder. Fail olmadan fiil olmaz. Zat olmadan sıfat olmaz.

Demek istediğim o ki: İman öğreti değildir. Okuma yazmayla iman öğrenilmez. İman , bir olgu’dur, bir hal’dir, bir durum’dur. İman Gökten iner, diğer ilimler: Fıkıh, Fiziki İlimler, güzel sanatlar akılla , okumakla elde edilir. Ama iman nakli – vehbi – ilahi- dir. Gökten inen İlahi bir armağandır. Hidayettir. Zaten, herhangi bir İslâm bilginine sorsan: İman Vehbi midir?, yoksa kesbi midir? diye , İman Vehbidir der. Vehbi, ilahi bir armağan-bağış , kesbi:kazanç demektir. Yani çalışmakla, okumakla İman elde edilmez.

Eğer öğretiyle olsaydı, Peygamberin Ashabının % 90 ı Ümmi idi. Bunlar okumadan, yazmadan nasıl Adem oldular? Peygamberler okul açmamışlardır. Peygamberimiz, ilk mümin kardeşlerimize Allah’ın izniyle Kur’an’ı açıklamış, tefsir etmiştir. Onlar da dinlemişlerdir. Hiçbir mümin kardeşimize, Ashablara: Hadi kağıt kalem getirin, bunları öğrenin, sizi imtihan edeceğim dememiştir. Efendimiz sadece sohbet etmiştir. İster okuma, yazma bilsin, ister bilmesin…herkes kendi istidadına göre ilim irfan sahibi olmuştur. Kimse Ashaplara cahil diyemez. Halbuki Ashapların çoğu okuma, yazma bilmezdi. Bu okullar, medreseler, Peygamberimizden 60- 70 sene sonra Emeviler ve Abbasiler zamanında açılmıştır. Öyle Ashab vardı ki daha 15 – 20 ayet gelmeden vefat etmişlerdi, bazıları da şehit oldular, öldürüldüler. 50-100 ayet okumadan ölenler vardı. Kur’an-ı Kerim 23 yılda tamamlanmıştır. Şimdi 6000 küsur ayet elimizde, Peygamberlerin söylemleri elimizde, bu kadar okullar, 1350 yıldır medreseler elimizde, bir türlü tatmin olmuyoruz. O Ashapların ve o toplumda yetişmiş bazı büyük zatların takvası ve imanına kavuşamıyor, salih mümin olamıyoruz. Halbuki ilk mümin kardeşlerimizden, Ashablardan 10 ayet dinleyip, Peygamberimizin sohbetinde bulunup, 10-15 ayet ile Evliya olanlar vardır.

İlla bir Âdemi – mükemmel bir mümini görmek ve ondaki nurani fazileti, erdemi algılamak gerekir. Hani bazı insanlar, nineleri, dedeleri gördüğünde yahu, bu ne güzel insan, yaşı 80-90 olmuş, nur gibi parlıyor derler ya, işte böyle bir olaydır.

İman gözlemledir, öğreti ile değildir. Gerçek mümini görmeyen, imanın ne olduğunu bilmez. Gerçek mümini gören, o nurani yüzü seyreder, o an ya o gerçek mümini sever, hoşlanır ya da sevmez, hoşlanmaz. İşte böyle bir insan kendini mihenk taşına vurmuştur. Kaç ayar olduğu o zaman meydana çıkar. Ya o mümini sevdi –kazandı ya da sevmedi- kaybetti. Hani bir insan, bir insanı görür, o insanı sever , hoşlanır; ya da sevmez , hoşlanmaz , ikrah eder ya işte bunun gibidir. Bu bir sırdır. Yahu bu neden sevdi, öbürü neden sevmedianlamak pek kolay değildir ve elde olan bir şey değildir. Bir insan, bir insanı sevmese, kendini sabaha kadar zorlasa, uğraş verse, o insan da kendini sabah karşılasa, gene görür ki sevmedi, sevemedi. Ve bir insan , bir insanı sevse, ondan hoşlansa, ya bu insanı neden sevdim diye kuruntular getirse, sabah o insanı yeniden görse, gene sever. Bu hayret edilecek bir şeydir. Zaten, iman hayret bir şeydir.

İman öğretiyle olmaz diyoruz. Peki ne öğretiyle olur? Fiziki İlimler, detaylı İlmihal, Fıkıh İlimleri, el sanatları gibi ilimler öğretiyle olur. Bunlar için okul lâzımdır. Yani kağıt kalemle öğrenilir, bunlar zahiri bilgilerdir.

İslâmi Dini Bilgiler, okumakla, defter, kalemle öğrenilebilir. Bunu gayri Müslimler de öğrenebilir. Nitekim gayri Müslimlerden, hatta ateistlerden Dinler Tarihi Profesörleri vardır. Yalnız, İslam Din Bilgilerini değil, bütün edyanı (dinleri), bütün mezhepleri en ayrıntılı biçimde bilen akademisyenler vardır. Ama gel gör ki Kur’an’a inanmamaktadırlar. Eğer iman ve ilkeleri öğretiyle olsaydı, iman ve ilkelerini gerçek anlamda öğrenip, iman ederlerdi.

İman Gökseldir. okumakla, dinlemekle olmaz. Gerçek bir Mümini (Kâmil İnsanı) görmeden bir insan, değil iman etmek, imanın ne olduğunu bile bilmez. İman, ilahi bir tecellidir, armağandır, kesin olarak Vehbidir. Allah dilemedikçe kimse iman etmez, bir feylozof dahi olsa..…

Halbuki tüm Peygamberlerin, Hz. Muhammed’e inananların % 98 i ümmidir. Onların çoğu okuma yazma dahi bilmezlerdi, yani Peygamberin Ashablarının % 99 u ümmi idi. İşte o zamanın pratiği apaçık meydandadır, bunun aksini kimse iddia edemez.

İman etme gerçeği, okumakla ve okumamakla ilgili değildir. Eğer okumakla olsaydı, iman yalnız okumuşlara gelirdi. Halbuki, bütün Peygamberlerin Ashaplarına, yani ilk müminlere, okuma yazma bilsin, ya da bilmesin, bilginler denmektedir. Yani Kur’an ve diğer Kitaplarda müminlere cahil denmemektedir. Müminlere bilenler denmektedir. Allah onlara cahil demez, onları bilenler kabul eder. İnanmayanlara cahil denmektedir. İsterse binlerce kitap okusunlar, feylozof olsunlar, onlara cahil denmektedir. Nitekim, Allah Kur’an’da, Ehl-i Kitabın Uleması ve bilginlerini sırtlarına kitap yüklenmiş aptal bir yaratığa – (kemeselil hımâr ) benzetmektedir. Sözünü ettiğimiz Kur’andaki bu ayet (Cuma, 5) 1340 yıldır, İslam Âleminde yetişmiş, okumuş, Salih ve Muttaki olmayan, yani imansız, bizim ulemamızı  da kapsar, içine alır. Bu ayetin mana ve mefhumundan anlaşılan budur. Sadece  Ehl-i Kitabın ulemasını itham etmeyelim. Bol miktarda Alem-i İslâm’da  da böyle ulemalar vardır. İyilerini tenzih ederiz.

Kural şudur: İman öğretiyle olmaz ama Din bilgileri öğretiyle olur. İslâm’ın Şartları, Fıkıh İlmi, helal, haram gibi konular öğreti iledir. Şimdi, Din Bilgilerini öğretiyorlar bize, imanı değil… Çünkü iman gerçeklerini ancak Ledünni ilme mahzar olanlar bilir. Bunlara Ariflerdenir. Bunun için de okumaya, yazmaya gerek yok. Çünkü Ledünni diyoruz. Ledünnidemek Allah’ın katından bizzat verilen bilgi demektir. Örneği: Hazret-i Hızır’dır. Hazret-i Hızır Peygamber değildir ama Allah ona katından ilim verdiğini söylüyor. Bunlar Ariflerdir.

Tarihi süreç içinde bakıyoruz: Adam, derya- deniz, feylozof, büyük felsefeci ama ateist, materyalist – maddeci, Ruhu tanımaz, Allah’a inanmaz. Öte yandan bakıyoruz, adam çoban, okuma yazma bilmiyor, ya da ilkokul mezunu, gerçekten Tanrıya inanıyor. Bunun tersi de oluyor; bakıyoruz adam, entelektüel, akademisyen, feylozof, Allah’a, Peygamberlere, Metafiziğe inanıyor.  Diğer yandan adam okuma, yazma bilmiyor, ya ilk yada orta okul mezunu–orta derecede okumuş- adam Allah’a, Peygambere, Metafiziğe , Maneviyata inanmıyor. Yani feylozof inanıyor, okumamış cahil inanmıyor. Öte yandan çok okumuş, akademisyen inanmıyor, okuma yazma bilmeyen çoban ya da kendisi ilk ya da orta okul mezunu olan kişi inanıyor. İşte bunu hepimiz görüyoruz.

İster Tarihe bakalım, ister günümüze bakalım, bu tarihi gerçek devam ediyor. Pratiğini görüyoruz. İman işi okuma , yazma işi değil. Yunus’ları görmeden, Yunus’ların şiirleriyle ve öğretileriyle Yunus olamayız. Ne mutlu Yunus’ları bulanlara.. Yunus’lara Selam olsun, onları bulanlara da Selam Olsun!

Yunus’lar sıradan insan değildir. Yunus’ları sevmek, Allah’ı sevmektir, onları sevmemek, Allah’ı sevmemektir. Onlardaki fazilet, erdem Allah’ın sıfatlarıdır. Evet, Yunuslar Haktır. Yıldızları sevmeyen, Güneşi sevmiyordur. Kural odur ki:

“AZ IŞIĞI SEVMEYEN, ÇOK IŞIĞI HİÇ SEVEMEZ. “

Bunlar Güneşi ömründe görmeyen, bu Yıldızları görüp de onları sevmeyen, onlara saygı duymayanlardır.

SONSÖZ: Ademi görmeden, Yunus’ları görmeden, bizzat onlardaki üstünlüğü görüp, olgunluğu algılamadan gerçek iman olmuyor. Çünkü, gerçek insanı görüp sevmeden, kimse imana kavuşamaz. İşin özü HAKK’I GÖRMEK, HAKK’I SEVMEKTİR” Onun için dedik ki SEVGİ OLMADIKÇA OLMUYOR… Gerçek insanın adı YA SİN – EY İNSAN, EY EFENDİ , EY HAZRET-İ İNSAN DIR.  Burada bir HUUUUUUU diyelim.

Allah’ın son Peygamberi’ni (Hz.Muhammed) (S.A.V) hiçbir zümreye, hiçbir sınıfa (okuma yazma bilsin-bilmesin, zengin olsun-fakir olsun, feylezof olsun-okumuş olsun, okumamış olsun) göndermediğini; bütün kullarına, tüm insanlara, Beşir ve nezir yani uyarıcı ve müjdeleyici olarak gönderdiğini, yani açıkçası ulema sınıfına göndermediğini apaçık şu mukaddes kelamı ile hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir açıklıkla bildirmiştir. O yüce ve mukaddes ayet şöyle der:

“ Ve ma erselnake illa kaffeten linnasi beşiren ve nezira” (Sebe 28)

(Ya Muhammed, seni bütün insanlara (kullarıma) uyarıcı ve müjdeleyici olarak irsal eyledim(gönderdim).

Ve Peygamber’in(S.A.V) pratiğinde(uygulamasında da) bunu apaçık görüyoruz. Peygamberimiz bir ekol bir medrese açmamıştır. Sadece ve sadece insanlarla ve müminlerle sohbet etmiştir. Muhatapları içinde okuma yazma bilenlerde o zamanın ehli kitabının ruhbanları ve hahamları da vardır. Kimseye defter kalem getirin size ders vereceğim, sonra bunları öğrenip öğrenmediğinizi müzakere edeceğim dememiştir. O mukaddes Peygamber(S.A.V) Sadece sohbet-söyleşi yapmıştır. Medreseler Peygamber’den sonra Emeviler ve Abbasiler zamanında açılmıştır ve bidattır. Sünneti nebevide ekol, medrese ve okul yoktur. Peygamberimiz sadece Kur’an üzerinde kendisinden sonra, tartışma olmasın diye Kur’an’ı yazdırmıştır.

Peygamberimiz’den sonra bu sohbet tarzındaki ilim, hak ve hakikat öğretisini takibeden sadece ve sadece tasavvufçulardır. İşte bütün tekke büyükleri Efendimizin bu sohbet tarzı-öğretisini devam ettirmektedirler. Tekkeler sonradan alenileştirilmiştir. Piri Kamil’in oturup sohbet ettiği her yer tekkedir.

Tekke bir oturup sohbet etme-yeri odasıdır. Başka bir şey değildir. Efendimiz’de oturduğu her yerde icap edince sohbet etmiştir. Öyleyse efendimizin sohbet şeklindeki öğreti metodunu sadece tekke pirleri-mutasavvıflar devam ettirmektedirler. Yani tekkeler Peygamberimizin öğretme usulüne sadık kalmaktadır. Bu sohbete okuma yazma bilmeyenler de, bilginler de katılabilir. Okuma yazma bilmeyen ya da az okumuş olan, ancak akıl yeteneği olan (zihin özürlü olmayan) Allah’ın bütün kulları yani tüm insanlar katılabilir. Akıl yani anlama yeteneği olan herkes o sohbette anlatılan gerçekleri (Ki bunların çoğu fizik ötesi gerçeklerdir.) her insan kendi istidadına göre (yeteneğine göre) kavrar, öğrenir. İşte son Peygamberimizin öğreti usulü, metodu budur. Yani, İslam dini ulema zümresine gelmiş değildir. Tüm insanlara gelmiştir. Metafizik ile ilgili gerçekler ilimler okuma yazma ile medreselerde okullarda öğrenilemez.

Yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi fiziki ilimler ve İslam hukuku ile-fıkıhla şeriatla ilgili ilimler okuma yazma ile olur. Amentu gerçekleri ile ilgili ilimler ki bunlar fizik ötesi soyut gerçeklerle ilgili bilimlerdir. Bunlar okuma yazma ile öğrenilemez. Ancak, Peygamber’in ve gerçek varisleri olan Yunus gibi Zatların sohbetinde bulunmakla mümkündür. Bunun başka yolu yoktur. Peygamberlerin ve mutasavvıfların eserlerini okumakla da mümkün değildir. İlla bir İnsan-ı Kamilin (ki bunlar ya Nebidir yada velidir.) bizzat huzurunda kendi “ pak nefesleri ile “ ile yaptıkları sohbetlerde öğrenilebilir.

Kimse Yunus’un şiirlerini okumakla Yunus olamaz diyoruz. İlla bir Yunus la mülaki olmak zorunluluğu vardır. İşte Tasavvuf  bunu öneriyor. Tasavvuf medreselerden ve okullardan tezahür etmiş değildir. Tasavvuf , tekkelerden tezahür etmiştir. Bu bir tarihi gerçektir. Aksini iddia eden varsa buyursun ispat etsin.Tekke tasavvuf edebiyatı da bunun somut şahididir.

En son sözümüz, Şeriat ilimleri şeriatla ilgili fıkıh, ilmihal ilimleri okuma yazma ile mümkündür. Bu ilimleri Müslüman olmayanlarda öğrenebilir ama Müslüman olmaz. İman gerçekleri ile ilgili ilimler ise ancak bizzat İNSAN-I KAMİLİN PAK NEFESİNDEN ÖĞRENİLEBİLİR. Amentu umdelerine- ilkelerine inanmak ayrı şeydir. Fakat iman gerçeklerini bilmek ayrı şeydir. Örneği, güneşe herkes inanır ama güneş gerçeğinin ne olduğunu acaba kaç kişi detayı ile bilmektedir.

Demek istediğimiz o ki; meydanda illa bir Allah’ın kutsal ruhunu taşıyan Allah ile dialoğa geçmiş bir Nebinin veya Velinin bulunması lazımdır. Başka türlü hakikati metafizik gerçekleri bilmenin öğrenmenin yolu yoktur. Nebi ve Velilerin adı İNSANI-I KAMİL Hakka ermiş hakla buluşan- hakla söyleşen  Olgun İnsandır. Yoksa onlar da bizim gibi insandır. Amma Allah ile dialoğa geçmiş insandır. Yanan ampul ile yanmayan ampul bir değildir. İki ampul de camdır. Ama birisi Nur-Işık saçandır. Yanmayan ampulün çevresi de  zulumat karanlıktır. Hangi felsefeci-feylezof bir cemaat –toplum bir ümmet oluşturabilmiştir. Ama Peygamberler büyük Cemaatleri etrafında toplayabilmişlerdir. Peygamberler  büyük cemaatleri etrafında  toplayabilmiş büyük milletler oluşturmuştur. En büyük devrimleri peygamberler yapmıştır.

İşte Musa’nın ümmeti işte İsa’nın ümmeti ve işte son Peygamber GÜZEL MUHAMMEDİN ÜMMETİ. Toplarsan bunlar üç buçuk milyar insandır. Hangi feylezofun kaç tane ümmeti değil, kaç tane cemaati vardır. Öyleyse insanlığı etkileyen Peygamberler ve Veliler olmuştur. Çünkü onlar Yeryüzündeki, Allah’ın temsilcileridir. İşte bu yüzden Allah, melekleri İnsanı Kamil olan ilk nebisi ilk peygamberi ve halifesi olan Adem’e secde ettirmiştir. Bu secdeye bütün İNSAN-I KÂMİLLER  Nebiler ve Veliler de Adem’in şahsında dahildir.

Ulema ulemaibillahtır. (Allah’ı tam kemali ile bilenlerdir) Allah’ı zatı sıfatı ile bilenlerdir. Tevhide- hakikate vakıf olanlardır. Fizik ötesi alemi-melek ,ruh, cin, cennet, cehennemin-gerçeğini hakkıyla bilenlerdir. Amentu ilkelerini, iman gerçeklerini, yani HAKİKAT’ı bilen Arif Zatlardır. Bunlar Kur’an’da sözü edilen sabikler, ileri geçenlerdir ki, Allah bunlara mukarrebunlar-Allah’a yaklaşmış olanlar- buyurmaktadır.

Peygamberimizin Ali Ashabı içinde sabikler ve mukarrebunlardan okuma yazma bilenler de vardır, bilmeyenler de vardır. Ayrıca bunlar  için Rabbımız Muttakiler-Takvel kulup olanlar ve Haşiinler buyurmaktadır. Allah, muttaki müminlerin Evliya-Veliler- olduğunu bildirmektedir. Ali Ashabı Peygamberin çoğunun ümmilerden olduğu da tarihi bir gerçektir. Ashabın %90 ından fazlası ümmidir, bu bir gerçektir.

Okuma yolu ile öğrenilmesi mümkün olan şeriata ait fıkıh- İslam hukuku ile ilgili bilimleri bilenler, Ulemaibillah; Allah’ı hakikati- iman gerçeklerini bilen alimler değildirler. Okuma yazma ve şeriat-fıkıh bilgilerini gayri Müslimler hatta ateistler de öğrenebilir. Ve bunlar içinde şeriat ilimlerini bizim şeriat bilginlerimizden daha ileri derecede bilenler vardır. Arapça grameri (Sarf Nahıv)Arapça dilbilgisi ilim değildir. O bir dil-lisan bilgisidir. Arapçayı müşrikler de bilirdi. Anna Marie Schimmel göğsünde haçı asılı Dinler Tarihi profesörüdür. İslam hukukunu, fıkıh ilmini, bizim ilahiyatçı akademisyenlerimizin çoğuna o öğretmiştir. Yani onların çoğunun HOCASIDIR Ama haçı göğsünde bir hristiyandır. Anna Marie Schimmel Arapça, Farsça, Türkçe de dahil 11 lisanı edebiyatı ile bilir.

Bu gerçekleri açıkladıktan sonra sözümüz şudur:

Bilginler, “Allah’tan Haşyet eder” ayeti zahiri bilgileri şeriat-fıkıh-İslam Hukuku bilgilerini bilen Şeriat alimlerini içine almaz. Çünkü şeriat-fıkıh ilimlerini bilmekle ulema- bilginler olunsaydı gayri Müslimlerden ve Ateistlerden İslam şeriat ilmini detaylı olarak bilen bilginler de ulema olur ve Allah’tan haşyet duyardı. Allah’tan haşyet duyan ulema olurlardı. Gerçek ulema Batıni-manevi bilgileri bilen arif velilerdir. Bu ilim, insanın kendini yani insanın hakikatini bilmesidir, ledünnidir. Ruhcanibinden, Allah’tan, ruha gelen bir manevi ilimdir.

“ Men arafe nefse hu,

 Kad arafe rebbehu’’

(Kendini bilen rabbini bilir) Rabbi bilmenin yolu insanın gerçeğini bilmektir. Çünkü Allah’ın en büyük eseri insandır. Kendini ve rabbini kemaliyle bilmeyen alim değildir. Yani hakikat ilmine ermeyenler Şeriat ilmini bilmekle Alim olamazlar.

Not: İmanın bir Allah vergisi, hidayeti olduğuna dair sure-i Yunustaki şu iki ayeti celileyi sizlere sunuyorum.

Ta ki tam kanaat getiresiniz diye:

‘’ Rabbın dileseydi insanların hepsi, topluca iman ederdi.

Böyle iken, inanmaları için zorlayacakmısın?’’Yunus Suresi Ayet -99

‘’Allah’ın izni olmadan, hiçbir kimsenin iman etmesi mümkün değildir. Akıl etmeyenlere (anlamayanlara) Allah, kir- pislik  verir.’’ Yunus Suresi Ayet-100

Bakınız: Hasan Basri Çantay, Hamidullah, Süleyman Ateş ve bütün mealler.

Aklın bütün lügatlardaki Türkçe karşılığı: Anlamak, anlayıştır. Yani anlamak yeteneğidir. Âkilin Türkçe karşılığı, anlayan-anlayışlı demektir.

Kur’an‘da çok yerde geçen, ‘’Yâkilun’’(Anlayanlar), ‘’Layâkilun’’ (Anlamayanlar, anlayışsızlar) anlamınadır. Bir kimseye akılsız demek, Kur’an’a göre,  bu kişi delidir anlamına değildir; Anlayışsız anlamınadır, hani aklı kıt deriz ya. Delinin Kur’an’da ki adı, ‘Mecnundur’’. Kur’an, deliler için, ‘’Mecnun’’ kelimesini kullanır. Kur’an’da Allah: deliler için mecnun kelimesini kullanır.  Arapça’da ‘Mecnun’ deli anlamınadır.

İşte Varlık’tan Veriler bu şekilde süzülüp geliyor, biz de böyle peyderpey vermeye devam edeceğiz.

 TÜM İNSANLIĞA SELAM…

Dip Not: “Göklerdeki ve yerlerdeki askerler Allah’ındır”(Fetih 4,7) Bunların hepsi, Allah’ın kuludur. Allah, kullarını kulları ile korur ve Allah, kullarına kulları ile yardım eder. Yani Allah, “Müsebbibül Esbab” dır. Yani sebeplerin sebebidir. İlk sebep, ilk neden Allah’tır. Allah, sebepler yaratmıştır. Sebepler inkâr edilemez. Allah, alemleri ve insanı sebeplerle yönetir. Yani esbab, inkâr edilemez. Sebeplere uymak, Kur’an’ın emridir. Sebeplere uymayan ve onlardan yararlanmayan helâk olur. Allah’ın yardımı; kulları ile kullarına yardımıdır. Bu bir gerçektir. Pratik hayatta da apaçık görülmektedir. İlahi hiyerarşiye uymak lazımdır. Uymayan helâk olur. Bir kadın, çocuğunu doğurup, çocuğunu terk edip “O’nu Allah korusun, O’na Allah yardım etsin” derse, böyle bir şey sapkınlık olur.

Enbiya-evliya, alim muallim kişilerdir. Alim olmadan ilim öğrenilemez. Allah, ilmini bizzat Peygamberlere öğretir. Peygamberler de insanlara öğretir. Alim bir araçtır, inkar edilemez. Alimsiz ilim olmaz. Allah’ın enbiya ve evliyasına (dostlarına) selam olsun.

 HAMD ALLAHINDIR. “Allah’ın ıstıfa (seçtiği) seçkin kullarına selam olsun.”(Neml 59)

Enbiya ve evliyadan himmet istemek, onların duasını istemektir. Dua istemek ise caizdir. Veli kelimesinin çoğulu evliyadır. Kur’an’a göre “Müminlerin başta velisi-dostu Allah’tır. Sonra Hz.Muhammed(S.A.V), sonra da müttaki müminlerdir.” (Maide 55) Ayrıca “Melekler de müminlerin velileridir.”( Fussilet 31) 

 Müşrikler ise oyma putları, senemleri veli-dost edinmişlerdir. Müşrikler, sanemleri, oyma put(uyduruk ilahlar) ilah edinirler.

O uyduruk ilahlardan yardım beklerler.  Ve o uyduruk ilahları veli-dost edinirler. Bu koyu bir cehalettir. Müminler Allah’ı ve Allah’ın velileri olan enbiyalarını-dostlarını veli-dost edinirler. Onlardan dualarını ve himmetlerini isterler. Bu anlamda onlardan yardım istemiş olurlar. Yani enbiya ve evliyadan, müttaki müminlerden dua-yardım istemek onların duasını istemek anlamınadır. Onların duası müstecaptır. Veli sözcüğünün Arapça anlamı dosttur. Çoğulu vardır. Çoğulu evliyadır (dostlardır)  “Sizin veliniz, dostunuz Allah’tır ve Allah’ın Resulü Muhammed’dir ve namaz kılan, zekat veren, müminlerdir (müttaki müminlerdir) onlar Hak’kın önünde eğilenlerdir”. (Maide 55)

Bu ayette açıkça “Allah velidir, Hz.Muhammed de velidir ve müttaki müminler de velilerdir” buyurulmaktadır. Ayeti inkar etsek küfürdür. Ayrıca müşrikler “Biz bu putları veli edindik” demiyorlar, mabud edindik ki Allah’a yaklaşalım” diyorlar. Müminler, Allah’tan başkasını mabud ilah edinmez. Hiçbir mümin evliya ve enbiyaya “Bunlar ilahtır, bunlar mabuddur” demez. Bütün Müslümanlar “LAİLAHEİLLALLAH”  deyip, Allah’ı bir bilirler. Allah’ı bir bilmeyen tek bir Müslüman yoktur. Muğalata (demogoji) yapıp, Müslümanlara iftira edilmemeli, sataşılmamalıdır.

Müminler, Evliyaları Allah’ın dostu bilip, Allah’ın sevgili kulu bilip bundan ötürü onlara sevgi ve saygı göstermekte, onlardan dua istemektedirler. Dua istemek de yardım istemektir. Allah, Sure-i Muhammed de Peygamberimize hitaben

“Bil ki Allah birdir. Sen kendin için de müminler için de(mümin erkekler ve mümin kadınlar) Allah’tan mağfiret iste” (Muhammed 19) buyurmaktadır. Bu ayette Peygamber Efendimize müminlerin mağfiretini, af olmalarını istemek hususunda Peygamberimizi  aracı kılmıştır. Müminlerin  birbirlerine duası, dua etmesi haktır.

İyyake sözcüğündeki “KE” “SEN” zamiridir. “KE” zamirinin başına “İYYA” konularak seni-senin anlamını alır. “İYYA” nın tek başına anlamı yoktur. Fatiha suresindeki “İYYAKENESTAİNU-SENİ İNAYETÇİ EDİNDİK YA DA SENİN İNAYETİNİ İSTERİZ” anlamınadır. Allah, doğrudan yardımcı anlamını ifade eden Nesir(Yardım Eden) ismini kullanır. Müstean-Mümin-İstiane inayeti ifade eden Müstean ismini kullanmıştır. Tabii ki inayet geniş anlamlıdır. Yardım anlamını da kapsar. Ama daha başka anlamlar da taşır. Ve inayet geniş anlamlı olduğu için Allah’a mahsustur. Kur’an’da “NASİRİN- yardım edenler” geçer. Ama inayet ve istiane edenler geçmez, bu bir.

Ayrıca İyyake-sana-seni zamirinin başından “İnnema, ennema(ancak yalnız edatları olmadığı gibi) An-min (den dan) edatları da yoktur. Seni-senin anlamına olan ayetini, ancak ve yalnız senden yardım isteriz tercümesi yanlıştır. Allah’ın kelimesinin başına ancak- yalnız den-dan edatları mealciler tarafından eklenmektedir. Ve Allah’ın Kelamını değiştirmektedirler. Doğrusu ancak senden-yalnız senden yardım isteriz değildir. Doğrusu şudur: “Senin inayetini isteriz” dir. Bakın başında  ne ancak ve yalnız anlamına gelen “İnnema-ennema” edatı ve ne de “Den-dan” anlamına gelen An-Min edatları vardır.  Bunlar ayete beşer tarafından ilave edilmekte, Allah’ın ayeti tahrif edilmektedir. Bu da iki.

Namaz ibadettir. Huzuru İlahide, ayakta edeple durulup doğrudan, Allah’a niyaz, münacat edilmektedir ki; ibadetin içinde, Huzuru İlahide tabii ki doğrudan Allah’tan inayet yardım istenir. PADİŞAHLARIN PADİŞAHI ALLAH’IN HUZURUNDA. Ve ibadetin içinde O’ndan başkasından yardım istemek zaten imkansızdır. Huzuru İlahi de O’ndan başkasından yardım istemek mümkün değildir. ZİRA ALLAH’IN HUZURUNDA İKEN ONDAN BAŞKASI ZATEN YOKTUR. Ama namazın dışında sailin, isteyenler vardır. Nasirin yardım eden vardır. Sosyal yardımlaşma caizdir. Ve Allah yardımlaşmayı emir ve teşvik etmiştir. “Huve Mevlaküm ve huve hayrin nasirin –Allah sizin(müminlerin) efendisidir ve O yardım edenlerin hayırlısıdır.” (Enfal 40)Tabii ki, her işte her konuda Allah, en hayırlı olandır. Ayrıca yukarıdaki Ayette Allah yardımcıları olduğunu da beyan buyurmaktadır.

Ayrıca Kur’an’da şu ayetler de vardır:

“İstekte bulunanları, isteyenleri boş çevirmeyin.” (Mearic 25)

 “İçinizden mal sahipleri ile fazilet sahipleri, olmayanlara-yoksullara versinler.”(Nur 22)

Dünya malı zaten malüm, somuttur. Fazilet ise Allah’ın “fazıl” isminden gelmektedir. Soyut bir gerçektir. Allah bazı kullarına, kendi faziletinden vermiş olduğunu bu ayetle belirtmektedir. Fazilet maddi bir sıfat olmayıp, manevi bir sıfat-niteliktir. İşte bu fazilet sahiplerinden feyiz istenebilir. Fazilet sahipleri de yoksul olanlara verir ve bu fazilet ve feyzin olmayanlara verilmesini, yukarıdaki ayetle Allah istemektedir. Fazilet sahipleri sabikundur-ileri geçenler-ileri geçenler-mukarrebunlardır.-Allah’a yakın olanlardır(Evliyalar-Allah’ın dostları)

“İleri geçenler, ileri geçenler-onlar mukarrebunlardır. Allah’a yakın olanlardır.”(Vakıa 11)

“Muttakiler cennetlerde “müttakiler” muhakkak cennetlerde, nehirlerde, doğruluk otağında ve muktedir meliklerinin Allah’ın indindedirler(katında, yanındadırlar)”(Kamer  54, 55)

Ayrıca Allah Medineli Müslümanlar  için Ensar (yardımcılar) buyurmaktadır.(Haşr 9)

Demek ki başta Allah ve Resulü ve Allah’ın insanlara yardım eden kulları da vardır. Hani Allah’tan başka yardımcı yok idi ve Allah’tan başkasından yardım istenmezdi. Bu yazdıklarımız hep Kur’an ile sabittir. Ayrıca bu yardımlaşma konusunda bir çok Hadisi Şerifler vardır. Sizleri yormamak için ayetlerle yetiniyoruz. Tabii ki en başta yardım Allah’tandır. En hayırlı yardımcı Allah’tır. Her işte her konuda en hayırlısı Allah’tır. Sevgi ve saygılarımla müminlerin birbirine maddi manevi yardım etmelerini diliyorum. Zaten bu müminlerin de görevidir. Bilvesile hepinizin gözlerinden öperim.

* * *

 “Allah’ın izni olmadıkça bir kimsenin iman etmeyeceğini anlamazsanız üzerinize ricis (kir, pislik) yağar.” (Yunus 100) Bu ayetin muhatapları müminlerdir.Bu ayet, kesin olarak imanın Allah’ın bir hidayeti ve rahmeti olduğunu kimsenin Allah’tan istemedikçe iman edemeyeceğinin kesin delilidir. Bu ayet, müminler tarafından başkalarının imana zorlamaları üzerine yani illa ki “iman etmeyenler de iman etsin” diye zorlamaları üzerine Allahuteala müminlerin bu çabadan vazgeçmesini istemiştir.

İman vehbidir. Kesbi değildir. Yani iman, Allah vergisidir. İnsanın kendi kazancı değildir. “Allah dilediğine hidayet eder” Öyleyse iman sırdır ve mucizedir. Peygamberlerin, Allah’ın sevdiği kullarının yüzündeki Nuranilik, fazilet ve sevimlilik imanın dışa vuruşudur, dışa yansımasıdır. İmanı anlamak isteyen, yüzü nurlu olan müminlerin simasına baksınlar. İman müminlerin nurani ve sevimli yüzlerinde görünür. Kalptedir ama gerçek müminlerin yüzüne yansır.Allah gerçeği arayanlara hidayet buyurur ve gerçek müminleri korur İnşallah.