Kayısı Irgatlığı-2-

Bir, iki, üç ağaç derken, bir hayli yorulmuştuk, Durup dinlenmiyorduk. Ne bileyim, ilk defa bu işi yaptığımızdan olsa gerek; “belki kızarlar, belki usul böyledir” diyerek var gücümüzle çalışıyorduk.

İçecek su bile yoktu. En azından bizim için getirmemişlerdi. Sadece bahçenin içinden akan ve bahçe sulama amaçlı yapılmış arktan-kanaldan akan incecik sudan içmemizi istiyorlardı. Nereden geldiği, nelerin karıştığı bilinmeyen, güneşte kaynayan sudan, insanların içmesi bir yana, hayvanlar bile içemezdi. Bize, susadığınızda gidip bu sudan içeceksiniz deniliyordu. Biz hiç böyle bir şey görmemiştik, bu sudan içmemiz mümkün değildi. “Başka su yok!” diyordu bahçenin sahibi. Kendileri getirdikleri sudan içiyorlardı. Belli ki çalışanları pek insan yerine koymuyorlardı, insan olarak görmüyorlardı.

Güneş bir hayli yükselmişti. Yorulmuştuk, hem de çok yorulmuştuk, karnımız da acıkmıştı. Yeme, içmemiz bahçe sahibine ait olduğu için, evinden taş misali sert ekmek, soğan, zeytin, ekşimiş yoğurt, peynir gibi kahvaltılıklar gelmişti. Bir ağacın altında, kahvaltımızı yaptık. Biraz karnımız doymuş, kendimize gelmiştik. Çocuklara, arada “yoruldunuz mu?” dediğimde; “yok hiç de yorulmadık” diyorlardı. Ancak gördüğüm kadarıyla, hal ve hareketleri, memnuniyetsizlik ifadesi görüntüleri, hiç de öyle demiyordu.

Yemekten sonra yine çalışmaya koyulduk. Erkekler ağaçlara çıkarak silkeliyor, aşağıda ise kadınlar topluyordu. Ara sıra çocuklar izin isteyip kayboluyorlardı. Bu tamamen yorgunluk ve bıkkınlık görüntüleriydi Öğlen olmuştu. Öğle yemeğimiz yiyerek, üstüne ziftleşmiş çaydanlıktan birkaç çay da içince, yorgunluktan tamamen mayışmıştık. Bir saate yakın bir dinlenmeden sonra, tekrar işe koyulmuştuk. Ağaçlar ufak olduğu için, mevcut bahçeyi bitirmek üzereydik. Çocukların arasında homurdanmalar başlamıştı. Belli ki bir problem vardı. “Neyse bekleyelim, illa ki ortaya çıkar” diye, sormadan sabırla bekliyordum.

Akşam olmuştu. Traktörle kaysı sandıklarını topladık. Bahçenin orta yerinde naylondan yapılmış, islim diye tabir edilen ve kükürtle sarartılan yere hepsini taşıdık ve yerleştirdik. Bitmiştik, yorgunluktan tükenmiştik.

Geç vakitte yine traktörle eve geldik. Yemeği yer yemez; çocuklar, “baba biz bu işi yapmıyoruz, eve gitmek istiyoruz” dediler. Neden deyince; “hem çok çalıştırıyorlar, hem de dinlenme yok, içecek su bile bile yok, nereden geldiği belli olmayan kanaldan su mu içilir ya! Vallahi biz gideceğiz” dediler. Bahçe sahibine anlattım. “olmaz!” falan. “Biz de sizin gibi değil miyiz, bakın biz de o sudan içiyoruz” dediler. “Çocuklar biz içemeyiz” dediler. “Paranızı vermeyiz!” diye tehdit ettiklerinde, “para mara lazım değil, yeter ki biz gidelim, kurtulalım buradan!” diye hep bir ağızdan söyledik. Ben de gitmek istiyordum, ama bir türlü kendime yakıştıramıyordum, çocukların söylemesi çok iyi olmuştu, tabi beni de kurtarmışlardı.(İyi olanlar illa ki vardır, onları tenzih ediyorum.)

Yataklarımıza uzanmış, sabırsızlıkla sabahı bekliyorduk. Şafakla beraber, yataklarımızı toplayıp yola indik ve Malatya’ya gidecek bir araba beklemeye başladık. Herkes bizim gibi yapabilir miydi? Tabi ki hayır! Bazıları mecburiyetten sabrediyordu. Çünkü yapacakları başka bir şey yoktu, mecburen katlanıyorlardı.

Saatlerden sonra, bir Minibüs geldi. Eşyalarımız yükledik Malatya köylü garajına geldik. Yolda, olan biteni şoförle sohbetimiz esnasında, “beni dinlerseniz, geri dönmeyin, sizi güzel bir yere götürebilirim, rahat edersiniz” dediyse de pek inandırıcı bulmadığımız için, belki de artık tiksindiğimiz için, kabul etmedik.

Garajda Adıyaman dönecek minibüse eşyalarımızı yükledik. Bekleme esnasında, yanımıza üstü başı düzgün, diksiyonu güzel alımlı, 40-45 yaşlarında bir bayan yaklaştı. Gayet nazik bir şekilde, “Ankara’ya gideceğim yol param yok, bana yardım eder misiniz?” dedi. Pek oralı olmadım, ama çocuklar haline bakarak, “baba ya bu kadın yalan söyleyecek birine benzemiyor, haline baksanıza” diyerek, tabiri caizse kandırdılar, beni yardım etmeye zorladılar. O zaman, başımızın sadakası olsun, Allah kaza belâdan esirgesin diyerek, Anakaraya gidecek kadar para verdik kendisine. Arabanın kalkmasına biraz zaman vardı, şöyle terminali bir dolaşalım dedik. Farklı bir yerde, aynı kadını görünce, kan beynime sıçradı. Sinirimden deli olacaktım. Demek ki bizi kandırmıştı. Herkese yanı oyunu oynuyormuş. Güya Kayısı toplayıp, kar yapalım derken, tabiri caizse soyulmuştuk, zarar etmiştik. Biraz bağırıp çağırdıysam da, çocuklar engel oldular. “Boş ver!” dediler. Kızgın, sinirli ve oflaya puflaya Minibüse bindik. Neyse ki eve vardığımızda, akşamdı ve bizi kimse görmemişti, ama nereye kadar, nasıl olsa sabah her şey ortaya çıkacaktı.

Sabah erkenden dışarı çıktım. Sanki o birkaç günlük sıkıntıyı, stresi üzerimden atmak istiyordum. Pastanenin birinde otururken, halime gören Pastane sahibi, “oldu, bu ne hal böyle” deyince, sanki deşarj olmak istiyorcasına her şeyi olduğu gibi anlattım. Irgatlıktan başka yapabilecek işi olmayanların Allah yardımcısı olsun, işleri gerçekten çok zor.

Rahatlamıştım, ancak bu defa Pastane sahibi aklımı çelmeye başladı. “Ya nasıl olsa kayısıdan döndünüz, ben de sizi bir yere daha göndereyim, bir defa da benim için yorulursunuz” diyerek, bizi yeni bir maceranın içerisine sokmaya çalışıyordu.

.….Devam edecek.

Kerim BAYDAK

[email protected]