Biz insanoğlu bir türlü doyuma ulaşamıyoruz. Bir türlü gözümüz doymuyor. Değirmen misali verdikçe daha fazlasını istiyoruz. Gözümüz doymuyor, gönlümüz doymuyor, ruhumuz doymuyor, beynimiz doymuyor. Hiçbir şekilde nefsimiz doymuyor. Tüm bunların yanı sıra insanlığımız bitip tükeniyor. Her gün insanlığımızdan bir şeyler kaybediyoruz. Eriyoruz, tükeniyoruz, yok oluyoruz. Bir türlü dönüp de “neleri kaybediyoruz?” diye de hiç öz eleştiri yapmıyoruz. “Ne hatalar yapıyoruz, neleri göz ardı ediyoruz?” diye de bir empati yapmıyoruz. Sürekli başkalarını sorumlu tutuyor ve hep onları suçluyoruz, hatanın bizde de olabileceğini bir türlü kabul etmiyoruz, belki de kabullenmiyoruz.
Yediğimiz önümüzde, yemediğimiz ardımızda, neyi, nasıl kazanıyoruz ya da kazanılıyor diye hiç hesap kitap etmiyoruz. Hep fuzulî israf ediyoruz. İleride ne olur, nasıl bir sıkıntı ve sorunla karşı karşıya kalırız diye hiç mi hiç düşünmüyoruz. Para da bol, parayla alınacak her türlü şey de (her şey) bol. Ancak hep nefsi olarak, nefsanî arzu, istek ve taleplerin derdinde olduğumuzdan, bireysel olarak kendi kendimizi düşünmekten öteye gidemiyoruz. “Ben toksam, başkasının açlığı beni ilgilendirmez” diyoruz. “Ben işim tıkırındaysa, başkasının durumu, ahval-i hali beni ilgilendirmez” diyoruz. Helal-haramı, doğru-yanlışı, haklıyı-haksızı pek de hesap edemez, etmez olduk. Para kazanma uğruna her türlü pisliği yapmaya, her türlü melaneti işlemeyi mubah saydık. Ruhumuzu şeytana sattık, şeytanlık yapmayı olağanmış gibi hayatımıza uyguladık.
Halbuki biz insanız. Yaratılmışların en şerefli olarak yaratıldık. Bütün dünyevi envaı çeşit nimet emrimize verilmişken, biz tam tersine hareket etmeyi kendimize şiar edindik. Yapmamız gereken bu değildi. Biz bu amaçla dünyaya gönderilmedik. Biz bu vazifeyle görevlendirilmedik. Biz bu dünyayı verilenlere karşı sabretmek, sebat etmek, şükretmek, Rabbimize bihakkın kul olmak, Peygambere iyi bir ümmet olmak için gönderildik. Hak dinin emir ve yasaklarını, ebedi olan hayatın azığını tamamlamak üzere, imtihan için gönderildik.
Külli iradeyle vazifelendirildiğimiz sorumluklarımızı, cüzi irademizle bihakkın hakkı, hukuku, doğruyu, adaleti bulma, yapma ve yerine getirmek için yaşamamız gerektiğini bilincinde olmamız gerekiyor. Bunu cüzi irademizle birbirinden ayırma, düzeltme, yaşama kararlığından mütevellit sorumluluğumuzu bilmemiz gerekiyor.
Şayet bunları bilmeden, bilmiyor ve yapıyorsak, diyecek bir şey yok, ancak hem biliyor hem de aksine hareket ediyorsak; işte o zaman inanç, iman ve itikadımıza göre hayvandan ne farkımız kalıyor. Kaldı ki insanın yaptıklarıyla ya meleklerden daha üstün bir mertebeye, ya da hayvanlardan daha aşağı bir mertebeye düşeceği bizlere haber verilmiyor mu?
O zaman, akletmek, düşünüp, taşınmak gerekmiyor mu? Kendimize gelmeliyiz. Görevlerimizi ve sorumlulukların farkında ve bilincinde olmalıyız. İnsansak eğer, insanca yaşamalı ve gereklerini yerine getirmeliyiz. Biz kötü ve kötülüğü bir yana koyarak, iyi ve iyilik yapmayı görev bilmeliyiz. Açgözlü olmamalıyız, gözümüz, gönlümüz, beynimiz, ruhumuz doymalı. Nefsimizin ve şeytanın esiri olmamalıyız. Malum ömür kısa, her geçen gün bize bahşedilen yaşamın değerini bilmeliyiz. Her geçen gün, nihai sona, kabristana bir adım daha yaklaşıyoruz. Ne yapsak da bundan kaçamıyoruz. Ölüm, her an ensemizde, bizi kovalıyor, bir an da kapımızı tıklayıverecek. Yakınlarımızı, arkadaşlarımızı, dostlarımızı, tanıdıklarımızı kaybediyoruz. Öldükten sonra ölmeyenleri görüyoruz, ölmeden ölenleri, yok olup gidenleri, hatırlanmayanları da görüyoruz. Biz de aynı akıbeti yaşamamaya dikkat etmeliyiz.
Kerim BAYDAK