Üç bilinmeyenli denklemleri çözebilen bilim insanlarının “ACM” paradoksunu da çözümleyip bir açıklama yapmalarını bekliyorum. Bilime olan inancım sarsılsa da yerine an itibariyle bir şey koyamıyorum.
“Delilik şüphesiz aptallıktan daha iyidir, delilik var olmuş bir zekânın yok oluşudur. Aptallık ise var olmamış bir zekânın var olmamaya devam edişidir.” demiş Albert Einstein.
Hımmm! Daha ne söylesin değil mi? Karşımda olsaydı neler demezdim ki... George Orwell'a da çek sandalyeni gel yanıma, Cemal Süreya'yla birlikte Nazım'a da bir telefon, sonra vur iki lafın beline derken Eski ABD başkanlarından Abraham Lincoln durur mu, "Bir cümlede be söylesem kıyamet mi kopar," demez mi! Hadi sen de kayna aramıza.
“Cehalet ile Aptallık” atbaşı ilerleyen birbirini yalnız bırakmayan kankalardır, derdim. Hele yanlarına bir de tembelliği aldılar mı değme keyfine... Saadeti uzaklarda aramanın anlamı kalmıyor o zaman. Bu çerçevede aptalı aptal yerine koymak neden hakaret sayılsın? Cahilin cehaletini kullanmak mı kullanmamak mı akıllıcadır? Bu durumu devlet politikası haline getirip sürdürülebilir kılmaya ne demeli… Akıllı diye nitelendirilen ahlak yoksunları için bulunmaz bir fırsat değil midir? Sevgili Cemal Süreya hemen atılıverirdi: "Kahvaltı yerine, Cehaletin mutlulukla bir ilgisi olmalı, demeliydim belki de..."
George Orwell durur mu yerinde: “Rüşvetçi politikacıları, düzenbazları, hırsızları ve hainleri seçen halk kurban değildir, suç ortağıdır.” derken ayak ayak üstüne atıp purosunu içer. Eee, hak vermemek elde değil. Halk tabirinin biçare görülen masumiyeti ardına sığınmak, halkı temize çıkarır mı? Eğer o masum halklar iletişim çağının temel parametrelerini kullanmamışsa veya öğrenme yolunu tercih etmemişse gerçekten de suç ortağı değil midir?
CEHALET, adını büyük harflerle yazdığım kadar hemen herkesin hayatında önemli bir yer tutmuştur. Pişmanlıklarımızın sebebi cehaletimiz olmuştur. Bu istesek de beynimizden koparamadığımız düşünsel bir hastalıktır. Hem bireysel hem de toplumsal anlamda karşılık bulmuş olan bu hastalığa az veya çok hemen herkes yakalanmıştır. Belirtileri daha çok konuşmalarımız, davranışlarımız ve değerlendirmelerimizle açığa çıksa da insanın doğumuyla beraber var olduğu düşünülmektedir. Toplumsal olay ve olgular göz önüne alındığında bulaşıcı olduğuna da kanaat getirebiliriz. Her alandaki bilimsel ilerlemeler karşısında zayıflayacağı, etkisinin azalacağı düşünülse de dünya nüfusunun artış hızına oranla gittikçe genişlediği ortadadır.
Bazı dönemlerde nükseden bu hastalıktan tamamen kurtulma imkânının olmadığını araştırmalarıyla ortaya koyan meşhur İsviçreli(!) bilim insanları, ilk çağ filozoflarından öğrendikleriyle birlikte cehaletin ahlakla doğrudan, bilimle de dolaylı olarak bağlantısını ortaya koymuşlardır. Binlerce yıldır bu mücadeleye katkı sunmak için çabalayan ilk çağ filozoflarının adları günümüze ulaşsa da o derin fikirleri CEHALET’in ipe sapa gelmez, saçma sapan bağnazlığı karşısında aciz düşmüştür. Bu düşüncenin eksik ve yanlışlığından değil; birey ve toplumun tembel, çıkarcı yani bozuk ahlaki yapısından kaynaklıdır.
Ahlak Felsefesi özelinde cehaletin bilimle yok edilebileceğinden ziyade ahlakla edinilmiş bilimle bastırılacağı daha gerçekçidir. İçselleştirilmemiş bilgiler kütüphanelerde kapağı açılmamış kitaplardan farksızdır. Dokunulmamış hazinenin varlığı kimse için zenginlik değildir. Cehalet için de var olan bilginin, ahlakın, etiğin, doğrunun ve gerçeğin hiçbir hükmü yoktur.
Eski ABD başkanlarından Abraham Lincoln’a sonunda konuşur: "Demokrasi; halkın, halk tarafından halk için idaresidir." Yine, Hımmm! Halk iradesini topyekün devrederse, devretmişse ve bunda mutluysa,,, Burada halkın tercihini belirleyen bir anlamda yönlendiren unsurlar üzerinde durmak gerekiyor. Sözde demokrasilerde araya giren bir sürü aracı yapılanma vardır. Tüccarından, dincisinden, haininden, hırlısından hırsızına, iblisine kadar, ahlak yoksunu ne kadar oluşum varsa avucunu ovalayıp toplumun içinde kanser hücresi gibi türemiştir. Toplum tadı damağa hoş gelen ama bedenine düşman olan hoşlandığı bu şekeri tükettikçe kanser hücreleri çoğalıp toplumu sarmaya devam edecektir.
En sıkıntılı durum bu hastalığın genellikle başkaları tarafından fark edilmesidir. Bu bazen biranda olurken bazen de zamana yayılabiliyor. Gençlik dönemlerimizi hatırladığımızda hastalığa tutulmanın boyutlarını daha net anlayabiliyoruz. Benzer durumlar devletlerin tarihsel gelişiminde de mevcuttur aslında. Devletin temel taşlarını oluşturan anayasal yapısından tutun da geleneklerine kadar işlemiş bir cehalet bulabiliriz. ABD’nin günümüze kadar uzanan tarihinde kölelikten başlayarak, Kızılderililerden ve Afrika kökenli insanlara karşı tutumları ile günümüzdeki yönetim anlayışı arasındaki uçurumu görmezden gelemeyiz.
Bir anlamda ders almak, ders çıkarmak bu hastalığın nüksetmesini veya ilerlemesini önleyecektir. Tarih biliminin objektif olması bu kapsamda önemli olsa da uyduruk gelenekler, dini, milli ve manevi söylemler ders almanın önüne duvar örmektedir. Tarihin tekerrürünün nedeni de bu duvarlardır belki de. Ders almak tedbir almayı gerektirir. Aynı kuyuya defalarca düşmek cehalette ısrar etmek değil midir?
Sosyal medyada karşılaştığım hoşuma giden bir söyleşi olmuştu. Özetle, “Biri tarafından ilk defa kandırıldıysan Allah belasını versin, deriz. Aynı kişi tarafından ikinci kez kandırılmışsak; Allah onun da benim de belamı versin, deriz. Pekâlâ, aynı kişi tarafından üçüncü defa kandırılıyorsak, bu defa Allah sadece benim belamı versin,” demek kalıyor. Fıkravari bu söylemin özellikle Türk siyasi ve toplumsal hayatında karşılığını bir düşünsenize… Hemen her birimizin bir dönem maruz kalabildiği kandırılma durumunun sayısı itibariyle CEHALET‘in neresinde olduğumuzu en iyi kendimiz belirleyebiliriz.
Dünya ölçeğinde geri kalmış olarak nitelendirilen üçüncü dünya ülkelerinde ve sözde gelişmekte olan ülkelerde bu kandırmaca çok daha ileri boyutlardadır. Cehaleti ölçen bir terazi olmasa da toplumların adalet, eşitlik, özgürlük ve demokrasi ile arasındaki ilişkiye bakılabilir. Bilimin inşa edildiği bu dört direk o toplumdaki eğitim sisteminin de temelini oluşturur. Cehaletle inşa edilen her yapı ilk depremde çökmeye mahkûmdur.
Günümüz YÖK yapısı göz önüne alındığında akademik cehaletin ulaştığı boyut dünya sıralamasında kendini göstermektedir. Cehaletin baş düşmanı etik, yoldaşı liyakatle neredeyse kampüslerin kapısından içeri giremezken cehalet, kankalarıyla hemen her koridorda kol geziyor. Üniversitelerle sınırlı olmayan bu durum eğitim verilen diğer kurum ve kuruluşlara da nüfuz etmiştir. Bilim etiğinden ve liyakatten yoksun yapılanmaların olduğu alınan kararlarda, seçimlerde kendini göstermektedir. Özgür ve bağımsız bir akademik yapının ülke genelinde meydana gelen bilim ve ahlak dışı durumlar karşısında verdiği veya veremediği tepkilerle içinde bulunduğu durumu ölçebiliyoruz.
Cehalet sarmalı, boğazımıza kadar ulaşıp bizi boğma noktasına geldiğinde ya delirip gemileri yakacağız ya da altında kalıp boyun eğeceğiz. Ne kadar dirensen de onun hoyratça tükettiği ekolojik dünyada, esaretin gölgesinde özgürlüğün baskılanarak yaşamını sürdürmek zorundasın. Çok yorulsan da, tutmasa da elin ayağın; zalimin zulmüne, cehaletine, inancına, kültürüne, geleneğine boyun eğmemeli. Kulaklar sağır olsa da darağacında meydan okurcasına inletmeli meydanı, hem de Nazım’ın dizeleriyle:
“Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
…
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil, beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
…
Ve bu dünyada, bu zulüm senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
kabahat senin,
— demeğe de dilim varmıyor ama —
kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!”
ve büyük ozan böylece noktayı koyar muhabbete.