Islaktı yerler…Kırağı çalardı gecenin ayazı…Avularımızdan kalma İspanyol paça nezelmiş pantolonlarımızla üzerine oturduğumuz  çimenler çekerdi o yuka canımızı…Sineklerin karası az tuzlanmış ayaklarımıza dadanırken, sivrileri çuvaldız ağız somururdu kanımızı… Kıpırdadıkça birem birem,ikem ikem kamçı boylu kara dikenler batardı baldırımıza cız bız, kaşındıkça pissik otları gıdiştirirdi sırtımızı…

 

Çekirge konsa, sincar şagullarımız çırpardı.Bir sıkımlık kıllı fisso hevesiyle koşuştururken, yere fırlattığımız melefenin içindeki dürüm ekmeğimizi ve bir dilim peynirimizi karıncalar talardı.Hangilde yayık ayranımız dökülür, bez sarılı testideki suyumuz kaynardı..Koyunlar uslu dururdu, keçiler inatçı…Arkamızı dönsek, heylik petleğinden süt damıtarak mayalandırdığımız teleme çanağını gıdikler yalardı…

 

Nemrut diyarından doğan güneş vururdu alnımızın çatına, kösseğe gibi yanardı derimiz…Yün makasıyla kırkılmıştı saçlarımız, cavlak kafalarımız sıcaktan mılk mılk sulanırdı. Hararetimizi söndürmezdi yunus eriğinin suyu, şakaklarımızdan süzülen ter, ayak parmaklarımıza damlardı…

 

Küller arasında karıştırdığımız nohut firiği yakmazdı içimizi yoksulluk kadar…Çerçiyle üçe bir buğdaya değiştiğimiz uluk portakallar karnımızı doyurmazdı…Ne kadar çekersen çek içine, ucu pamuklu gibi dumanı çıkmazdı resim defterinin ince sayfasına sardığımız hışlama…Usanmışlıktan olsa gerek, ev ekmeği sıcak somunun yerini tutmazdı…

 

Havalanmazdı bile çaputları birbirine dolayarak yaptığımız top…Kareli Ermenek veya çizgili Göymen lastiklerimizde de iş yoktu. Bazen tapımıza gelse de, genelde gerlenip ayağımızla vurmaya kalksak fısardık…Ki ondandı; ya yedi tura oynardık, ya yakar top…

 

Ne kadar delik açsak da söğüt dallarından dilli düdüklerimiz kemik kavalı aratırdı. Çamurdan yaptığımız oyuncaklar ıslakken cilalı yağ gibi görünse de, kuruyunca yarılırdı…Tel arabalarımız basınca eğilir, uçurtmalarımızın kamışları kırılırdı…

 

Boynuna ip dolayarak bacaklarımızın arasına aldığımız çınar dalları, deh deyince giden, çüş deyince duran bisikletlerimizdi.Asıl uyanıklar bindirme vaatleriyle, bizi saatlerce iki elimiz sırtlarında ittiren bilye arabalılardı. Sonunda ya anaları çağırır, ya da tek ayakları havada vaz cayarlardı.Konmaçta fark etmese de, dikmeçte pala düğmeleri yutan kemikli değil cıncıklı güllesi olanlardı…Çayda çimerken keyf alanlar, şişirme iç lastiğini kapanlardı.

 

Efkarlandığımızda dilimize dolanan kara dağın boz yılanı gibi, darlandığımızda ayaklarımıza dolanan yoksulluğumuzdu aslında.Çalı diplerine tüneyen üveyik gibi süvük altlarında iki büklüm naçardı babalarımız…Tohum kokan, gübre kokan nasırlı elleriyle başımızı ovalarken, bilirdim için için yanardı yürekleri…Para istediğimizde yok demezlerdi ama var da edemezlerdi malum. Ya pamuğun çiğidineydi, ya seneye tütün üstüneydi verdikleri sözleri…

 

Gaz lambasının titreyen alevinin ışığında en güzel masal dinlenirdi.Zengin padişah kızı ile fakir kel oğlan aşkı çok net canlanırdı löküs gözlerimizde...İmrenen dudaklarımızı ısırırdık tavşan diş, kepçe kulaklarımızı çekerdik çimdik el…Masal bitimi gerçeklerin üryan çıplaklığı sille gibi çarpınca kulağımızın dibine, al güller açardı yil yarası yayın balığı yüzlerimizde… El tavlı göbeğiyle kapıya sığmazken, biz umudun iğne deliği eşiğinden geçerdik kılımızı bile değdirmeden.. Desteğimiz değil, güç bela direncimizdi bizi ayakta tutan…Vurdukça zemheri, unuttukça erkan-ı makam, KARAKIŞ VE KARANLIĞA İNAT kitaplar dile, kalemler aşka gelirdi soğuktan puç olmuş ellerimizde…

 

Dağların ötesi deniz olurdu rüyalarımız…Her dem mavi…Her dem asi…