Şiddet, genellikle fiziksel kuvvetle yapılan saldırı olarak anlaşılıyor ama aslında şiddet, karşınızdakine yapılan her türlü “yıpratma”nın tam adıdır. Yıpratma, bazen öç amaçlı, bazen gözdağına dönük, bazen de diğerlerine ibret olması için yapılır. Her türlü şiddeti yapanların genel yapısı veya orta noktası ise “hastalıklı” olmalarıdır.

Şiddete maruz kalanların yaşı, cinsiyeti, kimliği, dini inancı bir şey değiştirmez. Bir başka deyişle şiddete muhatap olanların kadın, erkek, çocuk, genç, yaşlı olması bir şeyi değiştirmediği gibi, bir aile, bir toplum veya bir ülkeye yönelik de olabilir, belli bir inanca, kültüre, yaşam tarzına dönük de olabilir.

Yıpratma” daha çok psikolojik baskı veya mahalle baskısı şeklinde görülse de, “horlanma” veya “aşağılanma” ya da “onuru” ve “şerefi”yle oynama şeklinde kendisini gösterir.

Bir süredir “şiddet”le uğraşıp duruyoruz.

Aslında bu şiddet, aile içi, aile dışı, komşu, hemşeri veya bir meslek örgütüne yönelik olmaktan çok uzak.

Buna rağmen de gündemdeki şiddet, gündem dışında kalanı basitleştirmekten başka bir işe yaramıyor.

Söz gelimi, sağlık çalışanlarına yönelik bir şiddet eylemi söz konusuysa, diğer bütün şiddet olayları bir kenara itilip, “ülkenin tamamı sağlık çalışanlarına düşmanmış” intibaı uyandırılıyor.

Bu öğretmenlere yapılan şiddette de böyle…

Kadına yönelik şiddet ise sadece bugünün değil, tarihin her döneminde en önemli sorun olarak gündemdeki yerini koruyor ama hep “hak ettiği için” şiddet gördüğüne inanan bir toplumun varlığı, sorunun çözümünü zorlaştırıyor.

Birileri “hakkını vermeyi” kendine görev bildiğinden, dilediğinde “eşek sudan gelene kadar” dövebileceği yanılgısına düşüyor.

Geçenlerde şiddeti önleyen bir yasa TBMM’de kabul edildi.

Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun”la, daha çok kadına uygulanan şiddetin önlenmesi amaçlanıyordu. Ancak, yasa yürürlüğe girdiğinde ilginç bir şey oldu, yasadan ilk yararlanan erkekti çünkü…

İzmir`de görev yapan 35 yaşındaki astsubay M.O.K. 34 yaşındaki eşi S.D.K’dan fiziksel şiddet gördüğü iddiasıyla ve bunu da “cep telefonuna kaydederek” şikayette bulundu, koruma talep etti. Genç astsubayın bu talebi uygun görülerek, koruma verildi.

Böylece kadını koruma amacıyla çıkan yasa, erkeği korumakla işe başlamış oldu. Bu da aslında “ibret” açısından dikkate değer diye düşünüyorum.

***

Şiddetin bölgesel dağılımı

Şiddete meyilli olanlar, bunu hastalıklı olmaları nedeniyle yaptıklarını düşünenlerdenim.

Geçen gün Valilikler, TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu bünyesindeki “kadına ve aile bireylerine yönelik şiddete” ilişkin alt komisyona, 2008-2011 yıllarına ait polis merkezlerine ve jandarma karakol komutanlıklarına, aile içi şiddet olayları kapsamında yapılan başvurulara ilişkin bilgileri göndermişti. Bunların istatistikleri de yayınlandı.

Alt komisyon raporunda yer alan bilgilere göre, en çok aile içi şiddetin yaşandığı il Bilecik (binde 33). Bilecik`i Elazığ (binde 32), Isparta (binde 28), Karaman (binde 20), Kayseri (binde 20), Denizli (binde 20), Bartın (binde 20) izliyordu. Dikkat çeken ise “daha çok Doğu ve Güneydoğu’da şiddet uygulandığı” tezinin çürütülmesiydi.

Elbette ki, bu istatistikler, “işlem yapılan” şiddetle alakalı. Şiddet görenin veya yakınının polis veya jandarmaya şikâyetinin toparlamasından oluşuyordu…

Asıl sorun ise “şikâyet edilmeyen/edilemeyen” şiddetle alakalıydı ki, bunun çokluğunu yaşayanlar iyi biliyor.

Buna rağmen de, şiddetin bölgeyle, yaşanan yerle, kültürle, eğitimle direkt alakasını kurmakta zorlanabilirsiniz.

Bazen Etiler’de en vahşi şiddete tanıklık edebilirsiniz, bazen Hakkâri’de…

Kimisi fiziksel şiddet olur, kimisi sindirme, bastırma, onur ve şerefini ayaklar altına alma şeklinde…

Kimi korkutarak sindirir, kimi “örnek olsun” diye baskı uygular…

***

Toplumu korkutarak sindirmek de şiddettir

Şiddet derken, bunu “kadın dövme” şeklinde veya bir meslek mensubuna yönelik darp girişimi olarak algılamamak gerekir.

Bir inanca, bir kültüre, bir gruba veya bir topluma yönelik yapılan “sindirme” veya “korkutma” eylemleri de, hastalıklı beyinlerin çok daha fazla görüldüğü olaylardır.

Darbe dönemlerinde, antidemokratik yönetimlerde görülebileceği gibi herhangi bir dernekte, vakıfta, kurumda, kuruluşta ve ailede “zorba” denecek insanları görürsünüz.

Çünkü “sindirilmiş” yığınlar, her zaman “kolay idare edilebilir” olarak görülür.

Önce “hayali düşman” üretilir, toplumun “korkacağı” bir yöne kaymasının önüne geçileceği fikri yerleştirilir.

Bu irtica olur, laiklik olur, Kemalizm olur…

Bütün bunların varlığı veya yokluğu insanların hayatını olumlu veya olumsuz etkilemez ama “korkusu” yayıldıkça, bütün bunlar “alt edilmesi gereken düşman” olarak görülür ve darbecilere gün doğar.

Amaç hâsıl olmuştur…

Hangi dönemde olursa olsun, “irtica geliyor” diyenler, “laiklik elden gidiyor” diye bağıranlar, “Kemalizm”i yerleştirmeye uğraşanlar, darbecilerden medet umanlar, hep bu hastalıklı bünyelerdir.

İlginç olan bir diğer gerçek ise; şiddet yapanların, her zaman kendilerini haklı görmeleridir.

Bir başka deyişle de “hanzoluğu” başkasına yükleyenler, kendilerinin hanzo olduğunun farkına bile varmamalarıdır.

 

Twitimden seçmeler

Size verilen bütün değer, birilerinin sağladığı konumsa eğer, o konumdan sonra çok yalınız kalacaksınız demektir.

www.twitter.com/naifkarabatak