Herkesin kendini ulaşılmaz zannettiği ve bulunmaz Hint kumaşı olarak gördüğü bir zamanda yaşıyoruz.
Öyle ki kimse kimseyi beğenmiyor.
Kimse kimseye tahammül edemiyor.
Kimse kimseye hoşgörülü olamıyor, tevazu göstermiyor.
Varsa yoksa kendisi, başka kimseyi bilmiyor, görmüyor, tanımıyor.
Bu yüzden herkes rahatsız, herkes huzursuz, herkes endişeli, asla rahat değil.
Hem madden huzursuz, rahatsız, hem de manen huzursuz ve rahatsız!
Kimler mi rahatsız!
Kimler rahatsız değil ki?
Aslında kimler rahat dersek, herhalde daha isabetli olacaktır sanırım.
Şairi-yazarı rahatsız, siyasetçi rahatsız, din adamı rahatsız, doktoru, mühendisi, hukukçusu, vatandaşı… anlayacağınız herkes rahatsız…
Hiçbir standartları yerli yerine oturmuyor ya da kifayetsiz kalıyor.
Herkes kendini ulaşılmaz, ekâbir, herkes kendini haklı görüyor, herkes kendini bilgili, ulema, bilim adamı zannediyor.
Biri başkasına, bini kendine ayıranlar dünyada çoğunlukta, her şeyi din ve varlık kapsamı alanında sabitlemişler.
Söylenmesi gerekenden ziyade, söylenmemesi gereken o kadar çok şey var ki…
Herkes birbirinin kopyası olmuş durumda. Kimsenin kimseye ne söyleyecek sözü var ne de gücü ve takadı var.
Ancak kendi kendimizi, aklımızı, bedenimizi, yaşadığımız fani dünyayı ve Müslüman yaşantımızı seviyoruz güya! Gerisi fasi fiso gelmekte.
Lüks içerisinde yaşıyoruz, cebimizde para, evimizde ekmek olmasa bile.
Deryada yüzen, ama bir damla suya hasret halde yaşıyoruz.
Çevremize bakamıyoruz, kim aç, kim açıkta, kim yoksul, kim perişan, kim bir lokma ekmeğe muhtaç.
Yanı başında açlıktan nefesi kokan insanlar varken, onlardan habersizken, senede en az bir defa umre yapma telâşında olan, sözde dindarlarımız, menfaatperest insanlarımız var.
Başkalarından her şeyi bekliyorken, kendimiz hiçbir şey yapmıyoruz, Adeta at gözlüklerimizi takmış, önümüzden başka hiç bir yeri görmüyoruz, görmek istemiyoruz.
Kör olmuşuz, sağır olmuşuz, dilsiz olmuşuz, dudaklarımıza mühür vurulmuş durumdayız.
Sanki her şeyi, tüm maddiyatımızı kendi irademizle kazanmışçasına, bize bu malı mülkü bahşedeni unutmuş, kanaat, şükür nedir unutmuş durumdayız. Kendimizi bu dünyada ebedi kalır diye biliyoruz, her an kapımızı çalabilecek Azrail’den bihaber yaşıyoruz. Ben çalıştım kazandım, o da çalışıp kazanaydı gibisinden ahmakça bir düşünce felsefesine kaptırmışız kendimizi.
Kızanlar olabilir, “hadi oradan be!” diyenler de olabilir, ama unutmayın ki bizler “vallahi helâl olsun,” ya da “git işine be!” demek için yazmıyoruz. Biz üzerimize düşen görevi yerine getirerek, bir şeyler anlatmaya çalışıyoruz. İsteyen alır uygular, isteyen dudak bükerek, bazıları gibi görmezden gelebilir. Malum çevremizde dudak büken, ekâbir olduklarını düşünen zerzevatlar yok değil. Birilerini etkilemek için ve pohpohlanmak yazmıyoruz. Bizler inandığımız ve olması gereken şeyleri yazıyoruz.
Öyle bir zamandayız ki, kimsenin işgal ettiği konumda ve meslekte, ne söylediği belli değil. Herkes herkesin alanına müdahale eder oldu. Her kafadan bir ses çıkmaya, her soruna alanı dışından müdahale edilen pansuman tedbirler sunmaya çalışanlar çoğaldı. Herkes herkesi çok basit görerek yargılamaya başladı. İnsanlık bir kuşatma, topyekûn bir güdülenme kıskacında.
Gücü yeten yetene! Sonuç derseniz. İşte ortada. Yazılı ve görsel medyada her gün şahit olduğunuz olaylar ulu orta meydanda. Kavga, karmaşa, kargaşa, iflas, intihar, cinnet, depresyon…
Evet, ruhumuz yaşıyor, bedenimiz de yaşıyor, ama can çekişerek. Zalim bir çarkın dişlileri arasında direnmeye ve kurtulmaya çabaladıkça, daha çok sıkılmaya başlıyoruz. Kurtulabilene aşk olsun, helâl olsun. Anlayacağınız hiç kimse rahat değil.
Kerim BAYDAK