Çarşıya çıkmaya korkuyorum. Herşey bana yabancı... Dükkânlar, dükkân isimleri, dükkânları çalıştıranların isimleri  hep bana yabancı.Bu yaşıma geldim, bu kadar yabancı olmamıştım gördüklerime.

Yabancı bir memlekette gibi, boş avare, amaçsız ve duygusuz yürümekteyim. Şehrin şaşalı caddelerinde. Kalabalık insanlar arasında yalnız, yapayalnız...İlerlemekteyim, bilmediğim, görmedğim yabancı ellere...

Etrafıma bakmaya korkuyorum.Herşey bana dikleniyor sanki Her an birileri tarafından darp edilecek gibiyim.Herşey üstüme üstüme geliyor.Heryerde çirkeflik, heryerde bir balçık deryası, heryerde bir sis, bir duman tütmekte, pisliklerin ve sâhtekarlıkların, vurdumduymazlıkların görünmemesi adına...

Ali, Veli, Ahmet, Mehmet diye bildiğim isimler, telâfuzunda bile zorlandığım isimlerle değiştirilmiş durumda.Erkekler kadın, kadınlar erkek kılığında...

Saçlar peruk, gözler desen desen lens, suratı boya küpüne dönmüş, yüzü âdeta cıvata sandığına gibi  genç yüzler...

Gencecik yaşlarda cilt botoks, burun dudak estetik ve bostan korkuluklarına dönmüş anlayamadığım daha bir sürü ayırımcılık emmareleri...

Bir tarafta çöplüklerde gezinenler, pazarlarda arta kalanları toplayanlar; diğer tarafta , ar, namus ve haysiyetten yoksun mercedeslere binen bazı ensesi kalın, yağlı, kıllı göbeklerini kaşıyan ensesi kalınlar.

Ellerinde bira şişeleriyle patlamış eksozlu arabalarda üste üste istiflenmiş olarak, ne olduğu belirsiz son ses müziklerle dolaşan hercaî gençler...

Şehrin kalabalık  mekânlarında, çarşıda, pazarlarda, otobüslerde kadınlarımıza, kızlarımıza sarkıntılık eden hovardalar, şehir eşkiyalığına soyunan kendini bilmez  dengesiz ve tutarsızlar...

Sütyenlerinin dantel oyasına göre, mertebe çıkaranlar, çorap değiştirir gibi sevgili değiştirmeyi marifet sayanlar... Her sabah sanat uğruna, olmadık yerlerde sabahlayanlar.

Tüm bunlar içerisinde haşir neşir olurken gel de dışarı çık, gel de insanlar içinde  doğru, dürüst ve namuslu bir vatandaş ol.

Mümkün mü..?

Sussan bir türlü, susmasan bir türlü..

Susmak mı gerek, yoksa susmamak mı?

Karar veremiyorum.

Susmak kabullenmek anlamına gelir ki bizim kitabımız da yoktur..

Susmayıp konuşsan da belki de sererler cesedini bilinmedik bir yerlere...

Kimbilir!...

Günler sonra, olmadık bir yerde bulunan cesedinin üstüne; mutlu ve huzurlu yarınlar vaatleriyle sırıtan siyasîlerin ve  magazin haberlerine konu olanların boy boy resmedildiği gazeteleri örterler, kimbilir!...

Bilemiyorum, konuşmak mı, yoksa susmak mı en güzeli.

İnsanların yüzlerinde susmakla, kabullenişlerin  ayan beyan görüldüğü acemi, çaresiz ve acizlik, ürkeklik halleri...

Yüzlerinde o mağrur ve  gurur ifadesi kaybolmuş...İç ısıtan o mutlu gülüşler tükenmiş, uykusuz gözleri gittikçe ferini yitirmiş, çalınmış düşleri, kaybolmuş hayalleri...Her şey parayla ölçülür olmuş.Sevgi, saygı, hürmet, şefkat, merhamet, güven, itimat, hatır, dostluk gibi değerler özelliklerini yitirmiş vaziyette...

Düşünüyorum da; çocukluğumuz da böyle miydi?

Oynadığımız oyunlarla, ne kadar mutlu olurduk.zaman ne çabuk değişiyor.

Değişen zaman mı, yoksa zamanda yaşayan insanlar mı?..

Ne kadar özler olduk, o zamanları değil mi?

İçerde kalsam bir türlü,  çarşıya çıksam bir türlü...Gel de karar ver?...

En iyisi çekip bir yerlere gitmek; ama nereye?...Gitmeli  öyle bir yere ki; yalanların, sâhtekarlıkların, haksızlıkların, asık suratlıların olmadığı, mutlu, huzurluların  olduğu bir yer olmalı...

Sahi, böyle bir yer var mı acaba...?