İnsanlar hep üç maymunları oynuyorlar. Bunu yapmaktan da çok büyük bir haz alıyorlar. Kimse lâyıkıyla görevini yerine getirmese de yapmış havalarına yatarak, şeytanî bir hazla kendinden geçiyorlar. Yani üç maymunları oynuyorlar.
Olan bitenden haberdarlar; ama görmüyorlar, olan bitenin farkındalar; ama duymuyorlar ve olan biteni çok iyi biliyorlar; ama bilmiyorlar, bilmek istemiyorlar. Gözleri görmez, kulakları duymaz ve dilleri söylemezdirler.
Hiçbir şeyle ilgilenmezler; ama ilgilenenleri çekemiyorlar, hiçbir şeyi beğenmezler; ama beğenenleri de beğenmiyorlar, hiçbir şeyi yapmazlar; ama yapanları da çekemiyorlar.
Olan bitenlere dönüp bakmıyorlar, kim yapıyor, nasıl yapıyor, neden yapıyor, hangi yer, zaman ve mekânda neyle yapıyorlar, hiç kimsenin ilgisini çekmiyor. Sebeplerine, sıkıntılarına, sonuçlarına odaklanan, anlayan, bilen, ilgilenen yok.
İş yapanların yaptıkları işlerinde faydasına ve sonucuna bakmaksızın beceriksizlik yaftasıyla damgalıyorlar.
Bir şeyler yapıldığında görülmediği düşünülür, hâlbuki yapılan her şey muhakkak görülüyor. Görenler ya da görmeye yeltenenler olduğunda da artık iş işten geçmiş oluyor. Ahlar, vahlar artık işe yaramıyor.
Yapılan işlerde, “kimin eli kimin cebinde” belli değil.
Kim kiminle ne kadar uğraşıyor ya da çalışıyor belli değil.
Kim kiminle uğraşırken neyi hedefliyor, belli değil.
Kim kiminle uğraşırken, kar mı ediyor, yoksa zarar mı ediyor, o da belli değil.
Belli olan tek bir şey var, o da herkesin bir şekilde birbiriyle uğraştığı, herkes birbirinin ayağını kaydırmaya çalıştığı… Saman altından su yürütüldüğü, neyin, nerede, ne zaman ortaya çıkacağı belli değil.
Birileri bir yerlerden tepetaklak düşerken, birileri bir yerlere bir zıplayışta çıkıveriyor.
Birileri birilerinin doğrularını söylerken, hasım belirlerken; birileri birilerinin karşısında el pençe divan duruyor. Ne yapıyor, ne umuyor, ne hedefliyor, sonucunda ne buluyor, ancak kendisi biliyor.
Birileri pislikten kurtulduğunu düşünürken, farkında olmadan daha çok necasete batıyor.
Birileri yalnızlaşırken, aslında gözlerde, yüreklerde, kalplerde aklanıyor, yüceliyor, yükseliyor.
Birileri, birilerini göklere çıkardıklarını düşünürlerken, aslında yerlerde süründürdüklerini bilemiyor, anlayamıyor, anlayınca da iş işten geçiyor.
Birileri, birilerini yerin dibine batırdığını düşünürken, esasında göklere çıkardıklarının farkına varamıyorlar.
Birileri pisken, temiz, temizken pis olmaktan kurtulamıyorlar.
Birileri… Birileri…
Hikâye ya bu;
“Vaktiyle, bir aslan, bir kurt ve bir tilki arkadaş olmuşlar. Karınları acıktığından ava çıkmışlar. Av sonunda bir öküz, bir koyun bir de tavşan yakalamışlar. Avlarını bir araya getirdikten sonra aslan kurda dönerek:
- Şu taksimatı yap da paylarımızı alalım demiş.
Kurt:
Ulu Sultanım öküz zaten sizin. Koyun benim, tavşan da tilkinin demiş. Aslan buna çok kızmış, Kurda bir pençe vurduğu gibi onu uçuruma yuvarlamış. “Bir yerde iki başkan olmaz” diye kurdun kafasını koparmış. Aslan bu sefer korkudan tir tir titreyen tilkiye dönerek:
- Şu taksimatı bir de sen yap da görelim demiş.
Kurnaz tilki hemen yanıtını yapıştırmış:
- Öküz sizin akşam yemeğiniz, koyun öğle yemeğiniz, tavşan da sabah kahvaltınız. Aslan, kıs kıs gülmüş, tilkiye “sen bu taksimatı nerden öğrendin?” demiş.
Tilki:
- Şurada yatan kurttan öğrendim demiş...”
Herkes bu hikâyeden kendine bir şeyler çıkarır herhalde.
Esas olan da her hikâyeden bir ders çıkarmak, bir nasihat almak değil midir?
Kerim Baydak