Çocukluğumda aile büyüklerimizden Fatma teyzenin İstanbul maceralarını dinler, gülerdik. Oğlu İstanbul’da konfeksiyon atölyesi işletiyordu. Yaşlı annesini bir süre yanında bulundurmaya zar zor ikna etmiş, uçak biletini de almış, yetmemiş üstüne kendisi de gelmiş, birlikte Adıyaman’dan İstanbul’a uçmuşlardı…
Bundan sonrasını Fatma teyze bilmiyor.
İstanbul’a bir girmiş, bir de çıkmış.
O tarihlerde Adıyaman’da havaalanı yok, en yakın Gaziantep’te var. Adıyaman’da Gaziantep’e kadar şehirlerarası yolcu otobüsüyle gidilebiliyor. Gaziantep’ten havalimanına da dolmuş veya uçak firmalarının servisiyle…
Mehmet de annesini aynı yolla İstanbul’a götürmüş. O tarihlerde Yeşilköy olan Atatürk Havalimanında inerek, Eyiüp’te bulunan evlerine gitmişler.
Fatma teyzenin bütün bildiği bu, gerisi muamma…
Annem sorardı, “Fatma teyze, uçağa binmişsin, gemiye binmişsin, oğlun sana İstanbul’un her yerini gezdirmiş, hele anlat” derdi, Fatma teyze de başlardı anlatmaya;
“Kızım, uçağa bindim, havayı göremedim, vapura bindim, denizi göremedim, oğlumun evine gittim, gelinimle, torunlarımla oturdum, geldim.”
Annem ısrar ederdi, “Fatma teyze tam iki ay İstanbul’da kaldın, hepsi bu mu?”
Hepsi buydu, ötesi yoktu, berisi yoktu, unutulanı yoktu, kaçarı, göçeri de yoktu.
Tabii biz o zaman küçüktük ve bu hikâyeye güler geçerdik.
Nasıl ya, insan uçağa binecek de gökyüzünü görmeyecek, vapura, gemiye binecek de denizi görmeyecek…
Olacak şey değil…
Davulun sesi uzaktan hoş gelirmiş ya, biz de sanıyorduk ki denizi olan bir şehirde yaşarsak, her gün yüzecek, hatta bir yakadan bir diğer yakaya yüzerek geçecektik. Ne yani hem yüzme bileceğiz hem de karşıya geçmek için para mı verecektik?!
İstanbul’a yerleştikten sonra davulun sesinin yakından nasıl duyulduğunu da öğrenmiş olduk. Hatta 50 yıldır İstanbul’da olup, Fatma teyzenin iki ayda gördüğünden daha fazlasını görmeyenleri gördüm…
İstanbul ilginç bir yer…
Hani derlerdi ya taşı toprağı altın diye…
Gerçekten de öyle ama pazarlayana öyle, bana, sana, ona, buna, diğerine değil…
İstanbul’u parsel parsel parselleyenlerin “imar” diye bir kaygısı ve korkusu olmadığından dağı almışlar, taşı almışlar, ovayı almışlar, ormanı almışlar, kupkuru yeri almışlar, hatta denizin ortasını bile almışlar.
Burada kamu malı diye bir şey yok, kamudan para kazanmak için kamuya bırakılan alanlar var.
İstanbul’un üç tarafı denizle çevrili, Haliç, Küçükçekmece, Büyükçekmece gibi göl veya denizin devamı olan girdilerle birlikte sayarsan, neredeyse İstanbul’un her tarafının deniz olduğuna inanabilirsin.
Ama denize giremezsin…
Birkaç yerde girme şansın var, önceden vasiyetini yazmak şartıyla…
Şurada denize güvenle girebilirim, diyeceğin “sağlıklı” denecek tek bir karış alan bulamazsınız. Olanlar sahiplidir, denizin sahibi vardır. Zaten bir boydan bir boya lüks villalar, oteller, moteller, saraylar, kışlalar, okullar, pansiyonlar, turizm merkezleriyle donatılmıştır.
Hepsi zamanında buraları almış ama nasıl almış, kimden almış, parasını kime ödemiş, tapusunu onaylatacağı zalimi nereden bulmuş, işte orası muamma.
Üç yıldır İstanbul’da yaşıyorum, onlarca defa da geldim gittim ama Allah aşkına ayağımı bir kere denizin sularıyla buluşturmaktan ötesine sahip olamadım.
Fatma teyzeye gülüyordum ya, şimdi gülmüyorum.
İstanbul’da üç çeşit insan yaşıyor;
1-İstanbul’u yaşayanlar…
2-İstanbul’u seyredenler…
3-İstanbul’da yaşadığını bilmeyenler…
Birinci kategoriye girenler, ne yazık ki çok az, azınlıkta ama sesi en gür çıkan, maddi olarak en çok değer eden, katma değeri yüksek ama kattığı bir değer olmayan kesim…
İstanbul’u seyredenler, işi gereği oradan oraya, buradan şuraya gidenler, giderken de denizi görenler, tarihi yarımadayı seyredenler, martılarla konuşanlar, çiçeklerle sohbet edenlerdir…
İkinci sınıfa girenler, belki hafta sonları şöyle küçük bir İstanbul gezisi bile yaparlar, yani o kadar da İstanbul’dan uzak değiller.
Ama üçüncü sınıfa giren kesim, İstanbul değil de, Anadolu’nun herhangi bir köşesinde, herhangi ücra bir kasabasında ve o ücra kasabanın da yolu, izi belli olmayan köyünde yaşamaktan farksız bir yaşam sürer, hem de yüksek kira pahasına…
Burada Belediyeler çok kötüdür, 2 türkü, 3 gerdan kırma etkinliğiyle ödüllerle boğulurlar da, yol yapamaz, trafik lambası bile takamazlar. Çok aciz belediye başkanları var, hatta demem o ki, bizim memlekette en beğenmediğim belediye başkanı, burada hatırı sayılır bir ilçenin belediye başkanı olabilir.
Bunun nedenini, de sonrada öğrendim, Anadolu’nun bazı kentlerinde öyle bir “aile-aşiret-kabile ırkçılığı” var ki, adamın ölüsü bile seçimi kazanmaya yetiyor. Burada da öyle bir memleketçilik var ki, adamın ölüsü bile seçimi kazanmasına yetiyor. Ama her ikisinde de “aile-aşiret-kabile veya memleketin” en iyisini değil, en beceriksizini siyasete sokarak, halktan çok değişik bir öç alıyorlar.
Böyle yerlerde yaşayanlar, memleketlerinde İstanbul’da yaşadıklarını söylerler ama kendileri bile İstanbul’u görmemişler de, habersizdirler…
Ne yapsınlar gariplerim, İstanbul’un her tarafını parselleyenlerin bir tek dairesinin, bir tek odasını almak için yedi sülalesi, yemeden, içmeden, gezmeden, tozmadan koca bir ömür boyu çalışsa alamaz…
Ve biz, gayri safi milli hasla diye bir şey uydurmuşuz, bu bizi denize bile sokmuyor, bırakın parayı, pulu, insanca yaşamayı…