Bugünü anlamak için bazen yarını beklemek gerekiyor. Yarını iyi değerlendirmek için de bugünü iyi bilmek lazım. Aslında dün, bugün ve yarın bir biriyle çok ilintili.
Ama merak da etmiyor değilim, acaba yarın, bugünü nasıl değerlendireceğiz diye veya bizim yaşamadığımız zamanlarda, bugünü nasıl anlatacağız diye…
Yazıya hikâyeyle başlarsak, nasıl olur; Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur, saman içinde. Develer Tellal iken, pireler berber iken, ben annemin beşiğini, tıngır, mıngır sallar iken.. diye başlayıp, neler anlatırdık…
Ya da Mustafa Armağan gibi bir tarihçi olup, onun yazıları tadında tarihimizi irdelemeye başlarsak, nasıl yazardık, neler anlatırdık?
Tarihin tozlu raflarından, tozlu arşivi indirip, derin bir nefes alarak üfürdüğümüz nefesimizle dört bir yana dağılan tozların altından neler çıkardı?
Gerçeklere nasıl kolay ulaşırdık, doğru bildiklerimizin yanlış, yanlış bildiklerimizin doğru olduğunu görünce yaşayacağım şok, ne kadar etkili olabilirdi?
Gözümüzün önünde yapılan operasyonun aslında operasyon yapılması gerekenler tarafından yapıldığını anlamak, nasıl olurdu?
Gelecekte, bugünün hikâyesini yazmak mı daha anlamlı, bugün, onu anlamak mı?
Hikaye yazmak, bugün mü anlamlı, yarın mı, nostalji tadıyla birlikte kazanacağı anlamla mı daha bir değerli?
Bugünün tadı, “biz haklıydık” olduğunda mı daha leziz, yoksa “nasıl da aldatıldık” dediğimizde yaşayacağımız hayal kırıklığıyla birlikte ağzımızda kalacak kekremsi tatla birlikte mi, bir anlam ifade edecek?
Elbet bütün bunları anlamak ve anlamlandırmak için hikâyeyi dinlememiz lazım…
Veya tarihi dokümanların tek tek irdelenmesiyle ortaya çıkacak “araştırma” yazısını okumamız lazım…
Ama bunu şimdi de yapabiliriz…
Deneyelim isterseniz…
***
Son doksan yılı yazmakla, son 12 yılı yazmak arasında bir bağ var.
İkisini birleştirip, cumhuriyetin 90 yılını hikayeleştirmek de mümkün.
Aslında biz “tarih tekerrür eder” derken, çok geçmiş bir zamanı kastederken, bugünü anlattığımızda bunun “sürekli” ve “olağan” hale geldiğini görüp, hikâyeyi ona göre kurgulayabiliriz.
Çok bayat bir senaryo çıkar karşımıza; sürekli tekrarlanan ve her zaman izleyici bulan bir oyun…
Devlet içinde devleti, her dönem farklı isimlerde, farklı şekillerde anlatırız ama yaptıkları tıpkısının aynısı…
Devletin, milletine yaptığı zulme de her devirde rastlarız ama sadece şiddeti ve bıraktığı hasarı hikâyede farklı yerlerde kullanırız.
Bazen darağaçlarına rastlarız her köşede, bazen bir şehrin üzerine yağan bombaları görürüz, bazen otomatik silahlarla tarar, bazen hedefe kilitlenen ve oturup seyredilen bir katliamı anlatmaya çalışırız.
Daha kötüsü de var tabi…
Bugün kendisini demokrat gösterenlerin, aslında katışıksız faşist olduklarını, faşist bilinenlerin de demokrat olduğunu hikâyede bir yerlere ekleriz…
İhanetin en çok konuşulduğu, hainden bol bir şeyin olmadığı bir zamanda, kimin hain, kimin vatansever olduğunu ayıklamak, zamanımızı en çok alacak konu olacaktır, kuşku duymuyorum.
Sonra kimin Müslüman, kimin Müslüman olmadığını da öğrenmek zamanımızı alacak.
Dini bütün bilinenlerin, dinle alakasının olmaması, belki bizi şok edecek.
İsrail’le bağı olanların, Amerika’yla dirsek teması kuranların, İslam düşmanlarının talimatıyla bir ülkeyi yerle bir etmek isteyenlerin “imamlığı”nı zor yazacağız…
İnsanların kafasını kesip, ağzındaki salyalarla poz verenlerin “insan olmadığını” ispat etmek için, önce onların Müslüman olmadığını ispata çalışacağız…
Müslümanın Müslümana düşman olduğu, yalanın, iftiranın bininin bin para olduğu bir zamanda, gerçeklerle yalanları ayırmak da çok zamanımızı alacak.
Sağcıların aslında solcu, solcuların da aslında sağcı olduğunu görüp, üzerimizden atacağımız şoktan sonra ayıklamaya başlayacağız.
Cahiliye dönemindeki putperestlerden daha azılı putseverlerin, hangi dine, hangi inanca veya hangi insanlığa sığdıracağımızı da çok düşüneceğiz, eminim…
Ama hiç ayıklayacağımız, hiçbir yere koyamayacağımız ve asla bütün araştırmalarımıza rağmen, bir yere oturtamayacağımız da var, olacak…
Bunların başında kedicikler gelecek, onların hocasını, bikinili, erotik pozlarını hangi dinin, hangi inancına, hangi âlimin, hangi fetvasına göre yapıldığını bir türlü kâğıda dökemeyeceğiz…
Paralel yapı, hep muamma olarak kalacak. Bir yerde “idareye ortak” olmayı açıklarken, asla “hizmet”in muhatabını bulamayacağız…
Ucubeliğin bininin bir para olduğu bazı “yapıları” da analiz edemeyeceğiz, cemaatleri çözemeyeceğiz, ilişkileri anlamlandıramayacağız…
Ve biz, bu dinin neresine, hangi cemaati ve hangi icraatından, hangi hayır ve hasenatından dolayı oturtacağımıza bir türlü karar veremeyeceğiz.
Bir hikâye yazacağız ama sırlar dolusu olacak, hep muammaları çözmekle uğraşacağız ve bir türlü sonuca gidemeyeceğiz…
Bana göre böyle bir tarihte yaşamak garip, böyle bir tarihi anlatacak zamanda yaşamak değil…
Tweetimden seçmeler
Bazı insanlarla aynı düşüncede olmaktan hayâ ederim.